Kullanıcı Adı:  Üye Olacağım
Åžifre:  Åžifremi Unuttum!
Hatırla?  

15 Jul 2010 Peygamber Efendimizin Medine'ye Hicreti

Peygamber Efendimizin Medine'ye Hicreti


Medine’ye Hicretin BaÅŸlaması


Peygamber Efendimiz ile Medineli Müslümanlar arasında cereyan eden Akabe bîatları ve yapılan anlaÅŸmalar, Müslümanlar önünde yep yeni emniyetli bir saha açıyordu. ÃŽnançlarını burada serbestçe söyleyebilecek, ibâdetlerini serbestçe ifa edebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden yayabileceklerdi. Çünkü, Medine’nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Hazreç onlara kucaklarını açmış, her hal u kârda kendilerini koruyacaklarına ve yardımlarını esirgemeyeceklerine dâir vaadde bulunmuÅŸlardı. ÃŽslâm güneÅŸinin Medine’de bütün haÅŸmetiyle parlayacağı ÅŸimdiden gözüküyor gibiydi.

Müşrikler, Müslümanların bu emniyetli yere göç edeceklerinden endişe duyarken, Resûl-i Ekrem, hızla Îslâmlaşan bu yeni yurdun bir an evvel Îslâm merkezi haline gelmesi için her türlü gayreti gösteriyordu.

Mekke’de oldukça nazik bir devre yaÅŸanıyordu. Hz. Resûlullahın Medinelilerle anlaÅŸma akdettiÄŸini duyan müşrikler, Müslümanlara karşı olan zulüm ve iÅŸkencelerini daha da arttırdılar. Mesele, âdeta bir ölüm kalım meselesi haline gelmiÅŸti.

Mekke’de hayat, onlar için bir azab; içilen su, teneffüs edilen hava, sanki yakıcı bir ateÅŸ olmuÅŸtu.

Müslümanlar bu sıkıntılı ve acı durumlarını Peygamber Efendimize arzettiler ve hicret için izin istediler. Resûl-i Ekrem, ilk önce, kendisine böyle bir müsâadenin henüz verilmemiş olduğunu belirtti. Ancak, bu açıklamasının üzerinden daha bir kaç gün geçmişti ki, sevinç içinde hicret müsâadesinin verildiğini Müslümanlara şöyle bildirdi:

“Sizin hicret edeceÄŸiniz yurdun, iki kara taÅŸlık arasında hurmalık bir ÅŸehir olduÄŸu bana gösterildi ve bildirildi. Mekke’den ayrılmak isteyen oraya gitsin. Medineli Müslüman kardeÅŸleri ile birleÅŸsin. Yüce Allah, onları size kardeÅŸ yaptı ve Medine’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı.”1

Görüldüğü gibi, KureyÅŸli müşriklerin Müslümanlar üzerindeki tehdit ve baskısı, ÃŽslâmı “yaÅŸamak” ve “neÅŸretmek” ÅŸartlarıyla hayatta kalmaya imkân vermeyecek bir dereceye ulaşınca, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz hicrete izin vermiÅŸtir.2 Hz. ÂiÅŸe’nin, “Mü’min dini için Allah’a veya Resûlüne hicret etmek zorunda idi. Zira, dinini yaÅŸamaktan menedilmesi korkusu vardı” sözü bu durumu ifâde eder.3

“Åžu halde hicret, bazı kereler yanlış olarak ifade edildiÄŸi gibi bir kaçış deÄŸil, bir arayıştır. Dinin tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve tehlikelerden kurtarılarak yaÅŸatılmasına müsait vasatın aranmasıdır.

“Din, kendisine gaye olarak, fiilen yaÅŸanmayı tesbit etmiÅŸtir. Bulunulan yerin ÅŸartları, bu gâyenin tahakkukuna imkân vermeyecek duruma geldi ise, oradan hicret etmek ÅŸarttır; dinen vecibedir, vazifedir. Bu duruma düşen kimseleri, hicret etmediÄŸi takdirde Kur’an-ı Kerim mâzur addetmiyor ve kesinlikle sorumlu tutuyor.4 Bunlar, dinlerini yaÅŸayabilecekleri uygun bir yer aramakla mükelleftirler.”5

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu müsâadeden sonra “dini yaÅŸayıp neÅŸredebilmek için müsâit yer arama gayreti” olan hicret hareketini inceden inceye düşündü. Müslümanlara hicret ederken ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tenbih etti. Müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar halinde yola çıkmalarını tavsiye buyurdu.

Peygamber Efendimizin bu müsaâde ve tavsiyelerinden sonra Müslümanlar, bu hareketlerine engel olacak müşriklerin dikkatlerini çekmeyecek ÅŸekilde birer ikiÅŸer veya küçük gruplar halinde Medine’nin yolunu tuttular.

Herkesten önce Mekke’den Medine’ye hicret etmek üzere ayrılan Sahabî Ebû Seleme ÃŽbn-i Abdi’l-Esed idi.

ÃŽÅŸin farkına varan Mekkeli müşrikler, görebildiklerini ve yakalayabildiklerini geri çeviriyorlardı. ÃŽslâm dininden vazgeçirmek için her türlü çâreye baÅŸvuruyorlardı. Öyle ki, gerektiÄŸinde kadınları kocalarından ayırıyor ve kocalarıyla beraber göç etmelerine karşı çıkıyorlardı. Bazıları da hapsi boyluyordu. Fakat, dahilî bir harbin patlamasına sebebiyet verebilir diye kimseyi öldürme cihetine gitmek istemiyorlardı. Bunun dışında akla hayâle gelecek her türlü eziyet ve iÅŸkencelerle Müslümanları hicret etmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Fakat Müslümanlar kat’i kararlarını vermiÅŸlerdi ve ne pahasına olursa olsun Medine’ye göç edeceklerdi. Nitekim her engeli aÅŸarak hicretlerine devam ettiler.

Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve zulüm çemberinden kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı. Zaten, Medine ve Medineliler de onları dört gözle bekliyorlardı.

Hz. Ömer’in hicreti

Sâir Müslümanlar gizli gizli hicret ederken, Hz. Ömer kılıcını kuÅŸandı. Yayını, oklarını ve mızrağını alıp Kâbe’ye gitti. Açıkça Kâbe’yi 7 sefer tavaf etti. Orada bulunan müşrik ele baÅŸlarına cesaretle şöyle seslendi:

“ÃŽÅŸte ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul bırakmak, anasını aÄŸlatmak, çocuklarını öksüz bırakmak isteyen varsa ÅŸu vadide önüme çıksın!”1

Bu pervasızca sesleniÅŸten sonra, yirmiye yakın Müslümanla gün ortasında Medine’nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiç biri arkalarına düşme cesaretini gösteremedi.

Böylece bir kaç ay içinde Müslümanların büyük bir kısmı Medine’ye yerleÅŸmek üzere Mekke’den ayrıldı. Geride Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ile yol tedâriki göremeyecek kadar yoksul olanlar, yolculuk yapmaya takatı bulunmayanlar ve müşrikler tarafından hapsedilenler kaldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz de hicret etmek niyetinde idi. Fakat, bu hususta Cenab-ı Hakkın iznini bekliyordu. Hatta, Hz. Ebû Bekir Medine’ye hicret etmek arzusunu izhar ettikçe, “Sabret! Umulur ki, Allah Teâla, sana bir arkadaÅŸ ihsan eder” buyururdu.

Müşriklerin telâşı

Peyder pey Medine’ye hicret eden Müslümanları, Evs ve Hazreç kabileleri son derece güzel karşıladılar. Kendilerine yer gösterip barındırdılar. Evli muhacirler, evli Medineli Müslümanlar tarafından misafir edildiler. Bekâr muhacirler ise, Kubâ’da oturan bekâr Sahabî Sa’d bin Hayseme’ye misafir oldular.

Kureyş müşrikleri hicret eden Müslümanların Medineli Müslümanlar tarafından korunduklarını, yardıma mazhar olduklarını ve onlarla birleşip kuvvetlendiklerini görünce telâşa kapıldılar. Hele, Peygamberimizin de bir gün hicret edip, başlarına geçeceğini, kendilerine karşı savaşabileceğini ve gerektiğinde Şâm ticâret yollarını bile kesebileceğini düşününce telâşları büs bütün arttı.

Derhal bu hususu görüşüp tedbir almak için Dârü’n-Nedve’de toplanmayı kararlaÅŸtırdılar.

Dârü’n-Nedve; Resûl-i Ekrem Efendimizin atalarından Kusay bin Kâb’ın, kapısı Kâbe’ye bakan konağı idi. KureyÅŸ ileri gelenleri mühim iÅŸlerini hep burada toplanıp konuÅŸur, meÅŸveret ederlerdi.

Peygamber Efendimizin iÅŸini görüşmek üzere de, daha önceden kararlaÅŸtırdıkları günün sabahında Dârü’n-Nedve’de bir araya geldiler.

Bu sırada düzgün giyimli, cin bakışlı bir ihtiyarın kapıda dikilip durduÄŸunu gördüler. Tanımadıkları bu adama, “Kimsin?” diye sordular.

“Necidli bir ihtiyarım,” diye cevap verdi adam. “Böyle bir toplantının yapılacağını duymuÅŸtum. Ben de katılıp fikirlerimi söylemek istedim. Uygun görüp görmediÄŸim tedbirler hususunda mütalâalarımı beyan etmek istiyorum!”

KureyÅŸliler, “Olur, gir!” dediler ve onu içeri aldılar.

Aslında ihtiyar, insan suretine girmiş bir şeytandı.

Verilen korkunç karar

Toplantıda yüz kadar Kureyşli bulunuyordu. Alınacak karardan hemen haberleri olmasın diye, Hâşimoğullarından sadece Îslâm düşmanı Ebû Leheb alınmıştı.

“Muhammed için ne gibi bir tedbir almamız lâzımdır?” diyerek meseleyi görüşmeye açtılar.

Bazıları, “Onu zincire vurup hapsettirelim” fikrini ileri sürdüler.

Necidli bir ihtiyar suretine girmiÅŸ olan Åžeytan, “Hayır” dedi. “Vallahi bu görüşünüz uygun deÄŸildir. Siz onu hapsettirecek olursanız, bunu duyan arkadaÅŸları üzerinize yürürler. Onu elinizden çekip alırlar. Onun telkin ve propagandası ile çoÄŸalarak bu iÅŸte size galip gelirler. Siz baÅŸka bir tedbir düşününüz.”

Bunun üzerine bazıları, “Onu aramızdan, memleketimizden sürüp çıkaralım! Aramızdan ayrıldıktan sonra nereye giderse gitsin” dediler.

Necidli ihtiyar tekrar söz aldı ve şöyle dedi:

“Hayır, vallahi, bu düşünceniz de yerinde deÄŸildir. Onun sözünün güzelliÄŸini, tatlılığını, getirdikleri ve tebliÄŸ ettiÄŸi ÅŸeylerin insanların kalblerine hâkim olup durduÄŸunu görmüyor musunuz? Onu aranızdan kovacak olursanız, o da Arap kabileleri arasında dolaşır ve onlara hâkim olur. Sonra da üzerinize yürüyerek, size istediÄŸini yapabilir. Onun için siz baÅŸka birÅŸey düşününüz!” dedi.

Sonunda Ebû Cehil söz aldı ve “Vallahi, ben onun hakkında hiç bir zaman düşünemeyeceÄŸiniz bir tedbir düşündüm” dedi.

“Nedir o?” diye sordular.

Ebû Cehil fikrini şöyle açıkladı:

“Onu öldürmekten baÅŸka çâre yoktur. Bunun için de, aramızda her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı seçeriz. Sonra onların herbirine keskin birer kılıç veririz. Hepsi birden onu vurup öldürürler. Böylece ondan kurtulmuÅŸ oluruz. Kimin öldürdüğü de belli olmaz. Böyle olunca da HaÅŸimiler, bütün kabilelerle çarpışmayı göze alamazlar ve çâr nâçar diyete razı olurlar. Biz de diyetini ödeyip meseleyi hallederiz.”

Necidli ihtiyar kılığına girmiÅŸ olan Åžeytan ileri atıldı ve “En doÄŸru fikir ve uygun çâre budur” dedi.

DiÄŸerleri de Ebû Cehil’in bu görüşünü kabul ettiler ve dağıldılar.1

* * *


Peygamber Efendimize Hicret ÃŽzninin Verilmesi

KureyÅŸ müşrikleri Resûl-i Ekrem Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak için kat’î karar almışlardı ve bunun için faâliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu sırada Cenâb-ı Hak, Sevgili Resûlüne hicret emrini verdi.

Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in evine her gün sabah veya akÅŸam vakitlerinde uÄŸrardı. Fakat, hicret emrini aldığı gün, öğle vakti sıcağında, âdeti olmadığı bir saatte başını sararak Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Efendimizin geldiÄŸi haber verilince Hz. Ebû Bekir ÅŸaşırdı ve “Vallahi, Resûlullah bu saatte hiç gelmezdi. Bu geliÅŸinde mutlaka bir iÅŸ var” diye konuÅŸtu.

Sonra Efendimizi içeri alıp minderinin üzerine oturttu ve “Anam, babam sana fedâ olsun, Yâ Resûlallah, ne haber var?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Yüce Allah, bana Mekke’den çıkmaya ve Medine’ye hicret etmeye izin verdi” buyurdu.

Hz. Ebû Bekir merakla, “Senin refakatınla ÅŸereflenecek miyim, yâ Resûlallah?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Evet” deyince gönlüne sürûr, gözlerine sevinç göz yaÅŸları doldu.

Hz. ÂiÅŸe bu ânı şöyle anlatır:

“O güne kadar, bir insanın sevincinden böylesine aÄŸladığını görmemiÅŸtim.”1

Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir, Medine’ye kadar kendilerine kılavuzluk etmek üzere, henüz müşrik, fakat güvenilir, sözünde durmasıyla tanınmış biri olan Abdullah bin Ureykit’le anlaÅŸtılar. ÃŽki binit devesini kendisine teslim ettiler. Üç gün sonra Sevr Dağı eteÄŸinde buluÅŸmak üzere sözleÅŸtiler.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in yanından ayrılarak Hâne-i Saadetine döndü.1

Hz. Cebrâil’in ihbârı

Bu sırada vahiy meleği Cebrâil (a.s.) gelip Peygamber Efendimize müşriklerin kararını bildirdi ve başvuracağı tedbiri de şöyle açıkladı:

“Åžimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma!”

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ali’yi çağırdı ve “Yatağımda bu gece yat uyu! Åžu yeÅŸil, geniÅŸ aba hırkamı da üzerine ört! Korkma! Sana hiç bir zarar eriÅŸmeyecektir” dedi.

Ayrıca Hz. Ali’ye, kendisine teslim edilen emânetleri sahiplerine verinceye kadar da Mekke’de kalmasını emretti.

Mekkeliler, “Muhammedü’l-Emîn” lâkabını verdikleri Peygamber Efendimize son derece güvenirler ve en kıymetli eÅŸyalarını, saklayamamaktan korktukları için ona teslim ederlerdi. KureyÅŸ ileri gelenlerinin, hakkında ölüm kararı aldıkları sırada da kendilerinde emanet olarak bir çok kıymetli eÅŸya vardı. Ama o, bu karara raÄŸmen, emânetlerin sahiplerine verilmesini Hz. Ali’ye emretmekle bir kere daha büyüklüğünü ve emânete sadakatını ortaya koyuyordu.

Peygamberimizin evinin kuşatılması

Plân gereÄŸi her kabileden seçilmiÅŸ eli kılıçlı iki yüze yakın müşrik, gecenin üçte biri geçince, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin evinin önünde toplandılar. Îçlerinde Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ümeyye bin Halef gibi azılıları ve elebaşıları da vardı. Katiller, gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı sarmasını ve Fahr-i Âlem’in evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zira, âdetlerine göre, bir adamı evinin içinde katletmek korkaklığın en âdisi sayılırdı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, eli kılıçlı katillerin Hâne-i Sâadetinin etrafını sardıkları sırada evinden çıktı. Yerden aldığı bir avuç toprağı baÅŸlarına attı ve “Yasîn Sûresi”nin ilk sekiz âyetini okudu. Îçlerinden hiç biri onu görmedi çıkıp gitti.

Bir müddet sonra yanlarına bir hemşehrileri uğradı:

“Burada ne bekleyip duruyorsunuz?” diye sordu.

“Muhammed’i bekliyoruz” dediklerinde, “Muhammed, sizin başınıza toprak saçıp ve içinizden çıkıp gideli hayli vakit olmuÅŸ. Hele bir kere üstünüze başınıza bakınız” diyerek gözü dönmüş katillerle âdeta alay etti.

Birbirlerine baktılar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduÄŸunu gördüler. Åžaşırıp kaldılar. Derhal Hane-i Sâadetin içerisine baktılar. Îçerde birinin abaya sarınıp bürünerek yattığını görünce, “ÃŽÅŸte, Muhammed yatıyor” diyerek beklemeye devam ettiler. Tâ ortalık aÄŸarıncaya kadar.

Sabahleyin Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yerine Hz. Ali’nin yataktan doÄŸrulup kalktığını görünce, bütün bütün ÅŸaşırdılar ve “Vallahi, bize söylenen doÄŸru imiÅŸ” dediler.

Sonra da Hz. Ali’ye, “Muhammed nerede?” diye sordular.

Hz. Ali, “Bilmem” deyince hayrette kalıp ne yapacaklarını ÅŸaşırdılar.

Cenâb-ı Hak, bu münâsebetle indirdiği âyet-i celîlede şöyle buyurdu:

“Hani kâfirler, bir zaman seni yakalamak, öldürmek ve yurdundan çıkarmak için bir tuzak kurmaya kalkmışlardı. Onlar tuzak kurar, Allah da tuzaklarını baÅŸlarına geçirir. Allah, hileyi hile ile cezalandıranların en hayırlısıdır.”1

Sevr Mağarasına gidiş

Hâne-i Sâadetinden çıkan Resûl-i Ekrem Efendimiz, doÄŸruca Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Kendileri için acele sefer malzemesi hazırlandı ve bir daÄŸarcığa bir miktar azık kondu.

Sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir evin arkasındaki küçük kapıdan çıktılar ve Mekke’nin aÅŸağısındaki güney batısına düşen, ÅŸehre üç mil takriben bir saat uzaklıkta bulunan Sevr Dağına doÄŸru yol aldılar.

Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kâh önüne geçerek yürüyor, kâh arkasında kalarak yol alıyordu. Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir! Niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.

Hz. Ebû Bekir, “Önünüzü arkanızı gözetlemek, sizi korumak için yâ Resûlallah” diye cevap verdi.

Cum’a gecesi Sevr MaÄŸarasına vardılar.

MaÄŸara oldukça ıssızdı. Önce Hz. Ebû Bekir içeri girdi. Yeri temizleyip düzeltti. MaÄŸaradaki delikleri elbisesini yırtarak tıkadı. Yetmeyince, geriye kalan bir deliÄŸe de ayağını dayadı. Sonra Fahr-i Âlem Efendimizi içeri dâvet etti.

Resûl-i Ekrem içeri girdi ve mübârek başını Sıddık-ı Ekber’in dizini dayayarak uyudu.

Az sonra, Hz. Ebû Bekir deliÄŸe dayadığı ayağında müthiÅŸ bir acı hissetti. Yılan ısırması olduÄŸunu anladı. Fakat, delikten ayağını çekmedi. Hatta, Kâinatın Efendisi uykudan uyanabilir diye yerinden bile kımıldanmadı. Canı öylesine acıdı ki, gözlerinden ister istemez yaÅŸ aktı. Akan gözyaÅŸlarının bir kaç damlası mübârek yüzlerine damlayınca Resûl-i Kibriyâ Efendimiz uyandı ve “Ne var, yâ Ebâ Bekir?” diye sordu.

Sadakat timsali Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah! Ayağımı bir ÅŸey soktu. Ama mühim deÄŸil. Anam babam sana fedâ olsun” diye cevap verdi.

Resûl-i Kibriyâ, yılanın soktuÄŸu yeri mübarek tükürüğü ile meshetti. Allah’ın lütfu ile acı derhal kayboldu ve Sıddık-ı Ekber ÅŸifâ buldu.

O anda Allah’ın emriyle bir örümcek gelip maÄŸaranın aÄŸzına ağını gerdi, bir çift güvercin ise gelip yuva kurdu.1 Bu hayvanlar, Resûl-i Kibriyâ ve Hz. Ebû Bekir’i bütün KureyÅŸ’e karşı korumak için nöbettârlık etmeye baÅŸlıyorlardı.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizi Hâne-i Sâadetinde bulamayan müşrikler fazlasıyla sıkılıp üzüldüler. Derhal Mekke’nin her tarafını didik didik aramaya koyuldular. Hz. Ebû Bekir’in evine vardılar. Onu da bulamayınca büs bütün öfkelendiler.

Mekke’de Resûl-i Kibriyâ Efendimizi (a.s.m.) bulamayınca bu sefer tellal çağırttılar:

“Muhammed’i ve Ebû Bekir’i bulup getirene veya öldürene yüz deve veririz.”

Îçlerinde ne kadar hırsız, cani ve gözü dönmüş var ise, bu ilânı duyunca, kimi eline kılıç, kimi de sopalar alarak Mekke’nin dışına çıktılar ve etrafta koÅŸuÅŸturmaya baÅŸladılar.

Arayıcılar, yanlarına MüdlicoÄŸullarından iki iz takib edici de almışlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle, Hz. Ebû Bekir’in izlerini buldular. Takip ede ede gelip Sevr Dağının eteklerine dayandılar.

ÃŽzcilerden biri, “Vallahi” dedi. “Onlar, ÅŸu maÄŸaradan ileri geçmemiÅŸlerdir. ÃŽz burada kesiliyor.”

Îçlerinden bir kısmı Ümeyye bin Halef ile beraber mağaranın ağzına kadar geldiler.

Bu sırada sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir onları görüyor, fakat müşrikler, onları göremiyorlardı.

Hz. Ebû Bekir, fazlasıyla telâşa kapıldı ve üzüldü:

“Yâ Resûlallah!” dedi. “Beni öldürseler de gam çekmem. Ben nihâyet bir ferdim. Amma, Allah göstermesin, sana bir zarar ve ziyan eriÅŸtirecek olurlarsa bu, bütün ümmetin helâkine sebep olur.”

Resûl-i Kibriyâ kemâl-i emniyet içinde, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” buyurarak ona teselli verdi.

Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah” dedi. “Onlardan birisi eÄŸilip de ayaklarının dibinden bir bakıverse, bizi görür.”

Fahr-i Âlem Efendimiz, yine emîn ve mütevekkil bir ÅŸekilde şöyle konuÅŸtu:

“Yâ Ebâ Bekir, iki kiÅŸinin üçüncüsü Allah olursa, sen âkibetin ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı sanırsın?”1 Sonra da Hz. Ebû Bekir’in iç ferahlığına kavuÅŸması için Cenâb-ı Hakka duâ etti.2

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’inde bu hâdiseye ÅŸu âyetiyle işâret eder:

“Siz Allah’ın Resûlüne yardım etmeseniz de, Allah ona yardım etmiÅŸtir. Kâfirler onu yurdundan çıkardıklarında, maÄŸaradaki iki kiÅŸiden biri olduÄŸu halde o, yanındaki dostuna ‘Üzülme,’ diyordu, ‘Allah bizimle beraberdir.’ Allah böylece onun üzerine emniyet ve rahmetini indirdi, sizin göremediÄŸiniz ordularla onu takviye etti ve kâfirlerin dâvâsını alçalttı. Yüce olan Allah’ın dâvâsıdır. Allah’ın kudreti herÅŸeye galiptir ve Onun her iÅŸi hikmet iledir.”1

Örümcek ve güvercinlerin nöbettarlığı

Sevr MaÄŸarasına oldukça yaklaÅŸan müşrikler, “Åžu maÄŸarayı da arayalım” dediler.

Konuşulanları Fahr-i Kâinat Efendimizle Sıddık-ı Ekber duyuyorlardı.

Îçlerinden biri mağaranın ağzına kadar geldi. Fakat içeri girip bakma lüzumu hissetmeden geri döndü.

“Neden girip içeri bakmadın?” diye sordular.

“MaÄŸaranın aÄŸzında iki yabanî güvercinin yuva kurduÄŸunu gördüm. Orada olduklarına asla ihtimal vermem” diye cevap verdi.

Azılı müşrik Ümeyye bin Halef ise, arkadaşlarına hiddetli hiddetli şöyle seslendi:

“Hâlâ maÄŸaranın orada ne dolaşıp duruyorsunuz. Orada örümceÄŸin aÄŸ baÄŸladığını görmüyor musunuz? Vallahi ben, bu ağın Muhammed doÄŸmadan önce gerilmiÅŸ olduÄŸu kanaâtındayım.”2

Bunun üzerine mağaranın yanından uzaklaştılar.

Böylece Cenâb-ı Hak, nöbetçi tayin ettiÄŸi bir örümcek ve iki yabanî güvercin ile Sevgili Resûlünü bütün KureyÅŸ’e karşı korumuÅŸ oluyordu.

PerÅŸembe günü sabahleyin Sevr MaÄŸarasına, Hz. Ebû Bekir’le birlikte giren sevgili Peygamberimiz Cuma, Cumartesi ve Pazar gecelerini orada geçirdi. Üç gün üç gece maÄŸarada gizlenmeleri, tedbir içindi. Müşrikler bu zaman zarfında, onların Mekke civarından uzaklaÅŸmış olduklarına kanaat getirecek ve bir derece takiplerini gevÅŸetmiÅŸ olacaklardı. Nitekim de öyle oldu.

MaÄŸarada gizlendikleri zaman zarfında, Hz. Ebû Bekir’in oÄŸlu Abdullah, aldığı tâlimat üzere gündüzleri KureyÅŸliler arasında dolaşıyor, ne konuÅŸtuklarını, neler düşündüklerini öğrendikten sonra, geceleri gelip Resûl-i Ekreme haber veriyordu. Geceyi orada geçiriyor ve aydınlık tamamıyla etrafı sarmadan Mekke’ye geri dönüyordu.

DiÄŸer taraftan Hz. Ebû Bekir’in kölesi Âmir bin Fuheyre de o civarda koyunlarını güdüyor, hem Abdullah’ın izlerini yok ediyor, hem de onlara süt götürüyordu.

Böylece üç gün, üç gece süren hayat da geride kalmış oluyordu. KureyÅŸlilerin Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir hakkındaki arama taramaları da bir derece gevÅŸemiÅŸti. Hz. Abdullah’ın Mekke’den getirdiÄŸi haber bu meyandaydı.

Bu arada, daha evvel kararlaştırıldığı üzere kılavuz olarak tutulan Abdullah bin Üreykit de kendisine teslim edilen iki deve ile birlikte kendi devesi de yanında bulunduğu halde Pazartesi günü seher vakti Sevr Dağının eteğinde göründü.

Peygamber Efendimiz ve beraberindekilere yol azığı olarak bir koyun kesilmiÅŸ, eti piÅŸirilmiÅŸti. Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ (r.a.), bunu bir daÄŸarcığa koyup bir tulum su ile birlikte maÄŸaraya getirdi.

Hz. Esmâ, daÄŸarcık ve tulumun aÄŸzını baÄŸlamak için baÄŸ getirmeyi unutmuÅŸtu. MaÄŸaradan hareket edileceÄŸi sırada civarda baÄŸlayacak bir ÅŸey bulamayınca belindeki kuÅŸağı yırtıp, iki parçaya ayırdı. Bir parçasıyla yemek daÄŸarcığının, diÄŸer parçasıyla su tulumunun aÄŸzını baÄŸladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Esmâ’ya Cennette iki kuÅŸak var” diye buyurdu.

Bu sebeple, Hz. Esmâ’ya “Zatü’n-nıtakeyn (iki kuÅŸak sahibi)” denilmiÅŸtir.1

Sevr mağarasından ayrılış

Rebiülevvel ayının 4’ü, Pazartesi günüydü. MaÄŸaradan hareket saatı gelmiÅŸti.

Hz. Ebû Bekir, iki devesinden üstün olanını Resûl-i Kibriyâ Efendimize takdim ederek, “Anam babam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah, buyur bin” dedi.

Resûl-i Ekrem, “Ben, benim olmayan deveye binmem” diye karşılık verdi.

Hz. Ebû Bekir tekrar, “O, senindir. Babam, anam sana fedâ olsun, buyur bin” dedi.

Resûl-i Ekrem “Binmem,” dedi. “Satın aldığın bedeli bana söylemedikçe binmem.”

Mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin fiâtını söyledi ve Peygamberimiz de onu kabul etti.

Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir develerine bindiler. Hz. Ebû Bekir, yolda kendilerine hizmet etsin diye terkisine azadlı kölesi Amr bin Füheyre’yi aldı.

Yol göstermekte oldukça mâhir olan Abdullah bin Ureykit önlerine düştü. Sevr Mağarasından ayrıldılar.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, doğup büyüdüğü mübârek şehirden ayrılıyordu. Aşağısından geçerken Hezreve nâm mevkide devesini durdurdu. Kudsî Beldeye mahzun mahzun baktı ve ona olan sevgisini şöyle dile getirdi:

“Vallahi, sen Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevimli olanısın. Bana, senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur.

“Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden baÅŸka yerde yurt, yuva tutmazdım.”1

Bunun üzerine, Cenâb-ı Hak, Habîb-i Edîbini teselli eden şu âyeti inzâl buyurdu:

“Kur’ân’ı okumayı, tebliÄŸ etmeyi ve ona uymayı sana farz kılan Allah, muhakkak ki, seni tekrar Mekke’ye döndürecek, âhirette de övülmüş bir makam olan en büyük ÅŸefaat makamına kavuÅŸturacaktır.”1

Düşmanın takibini zorlaÅŸtırmak ve onu ÅŸaşırtmak gayesiyle Medine’ye doÄŸru, herkesin gittiÄŸi yoldan ayrı bir yol takib edildi. Önce, güney istikametinde Kızıl Denize yakın Tihâme’ye gittiler. Sonra Kuzey’e döndüler. Denizden uzak çöl içinden sahile paralel yol aldılar. Salı günü öğleye kadar durup dinlenmeden deve sırtında yol katettiler. Salı günü öğle üzeri bir gölgelikte bir nebze dinlenmek için konakladılar. Peygamber Efendimiz, istirahata çekildi. Hz. Ebû Bekir ise başında bir muhafız gibi bekliyordu. Bir taraftan da etrafa göz gezdiriyordu. Uzakta bir çoban gördü. Yanına gitti. Çobanın koyunundan saÄŸdığı bir miktar sütü alıp getirdi. Resûl-i Ekrem uyanınca kendisine takdim etti. Efendimiz kanasıya içti.2

Sütsüz keçinin süt verişi

Yolculuk esnasında garip hâdiseler cereyan ediyordu.

Yanına varıp süt istedikleri bir çoban, “Yanımda süt verecek ÅŸu keçiden baÅŸkası yok. Fakat o da hamile oldu ve sütü çekildi” dedi.

Resûl-i Kibriyânın şifâlı ve bereketli eli keçinin memelerine uzandı. Mübârek elleriyle, onları sığadı ve duâ etti. Memeler, anında sütle doldu. Sağılan sütü hepsi kana kana içti.

Hayretler içinde kalan çoban, “Allah aÅŸkına, sen kimsin? Åžimdiye kadar senin gibisine rastlamadım” diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim olduÄŸumu söylerim, ama gördüğünü, duyduÄŸunu gizli tutmak ÅŸartıyla” dedi.

Çoban, “Olur, gizli tutarım” diye söz verince, Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ben Allah’ın Resûlü Muhammed’im” buyurdu.

Hayreti bütün bütün artan çoban, “Demek KureyÅŸ’in ‘Yolunu sapıttı’ dedikleri zât sensin, öyle mi?” dedi.

Server-i Kâinat Peygamber Efendimiz, “Onlar, böyle söylüyorlar” buyurdular.

Bunun üzerine çoban, “Ben; ÅŸehâdet ederim ki, sen bir peygambersin. GetirdiÄŸin de haktır. Senin yaptığını ancak bir peygamber yapabilir. Ben, sana tâbi oldum” dedi ve orada ÃŽslâmiyetle ÅŸereflendi.

Çoban, ayrıca kendileriyle gitme arzusunu da izhar etti. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Senin, buna bugün gücün yetmez. Benim muvaffak olduÄŸumu haber aldığın zaman, bize gel, katıl” buyurdu.1

Kısır keçinin süt vermesi

Fahr-i Âlem Efendimiz beraberindekilerle üçüncü uÄŸrak yerleri olan Kudeyd mevkiine geldiler. Orada oturan Ebû Ma’bed’in çadırı önünden geçerken satın almak maksadıyla, “Hurma veya yiyecek baÅŸka bir ÅŸey var mı?” diye sordular.

Ebû Ma’bed o anda orada yoktu. Hanımı Âtike Ümmü Ma’bed, “Hayır, yiyecek bir ÅŸey yok” diye cevap verdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir tarafta zâif bir keçi gördü.

“Bunda süt yok mu?” diye sordu.

Ümmü Mâ’bed, “Onun vücudunda kan yoktur, nereden süt verecek?” dedi.

Peygamber Efendimiz, “ÃŽzin verirsen saÄŸarım” buyurdu.

Ümmü Ma’bed, sürü ile otlamaya gidemeyecek kadar zâif olan keçiden süt çıkmayacağını biliyordu. Fakat, misâfire “olmaz” demenin uygun düşmeyeceÄŸini düşünerek, “Pekâlâ, onda süt bulursan, sağıver” dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, gidip keçinin beline elini sürdü ve memesini de mübârek eliyle meshetti. Sonra, “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek duâ etti. Daha sonra, “Bir kap getiriniz, sağınız” buyurdu.

Sağdılar. Getirdikleri kocaman kap doldu.

Peygamber Efendimiz önce Ümmü Ma’bed’e, sonra da orada bulunanlara doyuncaya kadar içirdi. En sonunda kendileri içti. Tekrar sağıp içtiler. Üçüncü defa da sağıp, onu Ümmü Ma’bed’e bıraktılar. Sonra da oradan ayrılıp yollarına devam ettiler.

Az sonra, Ebû Mâ’bed geldi. Kap içindeki sütü görünce, “Bu ne?” diye sordu.

Ümmü Mâ’bed, “Buraya mübârek bir zât geldi. Şöyle şöyle söyledi, keçiyi böyle saÄŸdı” diyerek olup bitenleri tafsilatıyla anlattı.

Ebû Ma’bed, “Bunda bir hikmet var. O zâtın ÅŸekil ve simâsı nasıldı?” diye sordu.

Ümmü Mâ’bed, “Orta boylu, kara kaÅŸlı, kara gözlü ve gayet nurânî yüzlü, lâtif bir adamdı” diyerek Peygamber Efendimizin ÅŸekil ve ÅŸemâilini birer birer beyan etti.

Bunun üzerine Ebû Mâbed, “Vallahi” dedi. “Bu senin tarif ettiÄŸin zât, KureyÅŸ içinde zuhûr eden peygamberdir. EÄŸer, ben burada bulunsaydım, ona tâbi olur, beraberinde gitmeyi ondan dilerdim.”1

Resûlullahtan “Bu keçiyi kesme” diye de emir alan Ümmü Ma’bed şöyle demiÅŸtir:

“Resûlullahın memesini meshettiÄŸi o zâif keçi Hz. Ömer’in hilâfetinde meydana gelen hicretin 18. yılındaki kıtlık ve kuraklığa kadar saÄŸ kaldı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir ÅŸey bulamazken, biz onu sabah ve akÅŸam saÄŸardık.”1

Sürâka’nın başına gelenler

KureyÅŸ’in Peygamber Efendimizi ele geçirenlere yüz deve va’d ettiÄŸi, Kinâne Kabilesinden olup o havalide yaÅŸayan Beni Müdlic aÅŸireti tarafından da duyulmuÅŸtu. Sahil yolundan iki deve ile dört kiÅŸinin geçip gittiÄŸini de iÅŸitmiÅŸlerdi.

Bunlardan gayet cesur ve aynı zamanda iyi iz takip eden Sürâka bin Mâlik de, bu mükâfatın tatlılığına kanarak Resûl-i Ekrem Efendimizi takibe koyulmuÅŸtu. Bir ihbar üzerine harekete geçen Sürâka, kısa zamanda izlerini buldu. Dörtnala koÅŸturduÄŸu atı ile gittikçe Resûl-i Ekrem Efendimiz ve beraberindekilere yaklaşıyordu. Aralarında az bir mesafe kalmıştı. Hz. Ebû Bekir Sürâka’nın geldiÄŸini görünce telaÅŸlandı.

Peygamber Efendimiz, maÄŸarada olduÄŸu gibi, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” dedi ve dönüp Sürâka’ya baktı. Sürâka’nın atının ayakları bir anda dizlerine kadar yere battı. Kurtulunca, tekrar takib etti. Fakat yine atının ayakları yere saplandı ve atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir ÅŸey çıktı. O vakit anladı ki; ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki, ona iliÅŸsin.

“Yâ Muhammed” dedi. “Duâ et kurtulayım. Sana hiç dokunmayacağım. Seni takib edecek kimselere de senden hiç bahsetmeyeceÄŸim.”2

Server-i Kâinat Efendimiz duâ etti. Cenâb-ı Hak, duâsını kabul etti ve Sürâka’yı o müşkil durumdan kurtardı.

Sürâka Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardı. Kendisini tanıttı. ÃŽlerde ÃŽslâmiyetin her tarafa hâkim olacağı mülâhazasıyla bir emânname istedi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kendisine yazılı bir emânname verdi. Bir rivâyete göre, bu emânnameyi Hz. Ebû Bekir,1 diÄŸer bir rivâyete göre ise Âmir ÃŽbn-i Füheyre yazdı.2

Emânnameyi alan Sürâka, “Ey Allah’ın peygamberi, emret istediÄŸini yapayım” dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Git, öyle yap ki, baÅŸkası gelmesin” diye ferman etti.

Peygamber Efendimizden bu tâlimatı alan Sürâka derhal geri döndü. Arkadan gelen KureyÅŸ’in takipçilerine de, “Ben buraları arayıp taradım, kimseyi bulamadım. BaÅŸka tarafa bakalım” diyerek onları geri çevirdi.3

Kaderin tecellisine bakınız ki, günün başlangıcında sevgili Peygamberimizi ele geçirmek ve öldürmek için atına atlayıp takibe çıkan Sürâka, günün sonunda, aynı zâtın bir muhafızı oluyor ve onu düşman takibçilerinden korumaya çalışıyor.

Sonraları Ebû Cehil, Sürâka’nın bu haline vâkıf olunca, pek ziyâde gadaba geldi ve onun gayretsizliÄŸinden bahsederek, hakkında bir kıt’a hicviye söyledi.

Mu’cize-i Ahmediyye’ye şâhid olan Sürâka da ona, “EÄŸer, atımın ayaklarının yere gömüldüğünü göreydin, sen de Muhammed’in peygamberliÄŸine îmân ederdin” kıt’asıyla cevap verdi.4

Aynı Sürâka, Hicretin sekizinci senesinde Resûl-i Ekrem Efendimizin Huneyn Gazasından dönüşü sırasında huzur-ı risâlete emânname ile gelecek ve Îslâmiyetle müşerref olup, Peygamberimizin iltifatına mazhar olacaktır.

Sürâka döndükten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz beraberindekilerle yine kızgın çöller üzerinde yol almaya başladı. Sanki gökten alev yağıyor, yerden kızgın kıvılcımlar fışkırıyordu.

Bu sırada onları bir çoban gördü. KureyÅŸ’e haber vermek üzere son sür’at Mekke’ye geldi. Fakat, ÅŸehre girer girmez ne için geldiÄŸini birden unutuverdi. Ne kadar çalıştı ise, bir türlü hatırlayamadı. Mecbur olup geri döndü. Sonra anladı ki, ona unutturulmuÅŸ.1

Hz. Zübeyr bin Avvam, Şâm ticâret kafilesiyle Medine’den Mekke’ye gitmekte idi. Yolda Resûl-i Kibriyâ Efendimizle karşılaÅŸtı. Peygamber Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir’e birer beyaz Şâm maÅŸlahı giydirdi. Medineli Müslümanlardan birinin, “Resûlullah ve arkadaÅŸları geciktiler” dediÄŸini haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hareketini sür’atlendirdi.2

Mekke’ye gelip iÅŸlerini yoluna koyan Hz. Zübeyr bin Avvam da Medine’ye hicret etmiÅŸtir.

Büreyde’nin Müslüman olması

Deve sırtında sür’atle yol alan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz beraberindekilerle gelip Amim denilen mevkie ulaÅŸtı.

SehmoÄŸulları yurdu buraya yakındı. Reislerinden Büreyde bin Huseyb, KureyÅŸ’in 100 deve va’dini iÅŸitmiÅŸ olduÄŸundan yanına seksen kadar adamını da alarak Peygamber Efendimizi buldu.

Resûl-i Ekrem ona, “Sen kimsin” diye sordu.

“Ben, Büreyde’yim” deyince, Peygamber Efendimiz Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebâ Bekir! ÃŽÅŸimiz, serinledi ve düzeldi” dedi.

Peygamberimiz tekrar Büreyde’ye, “Kimlerdensin?” diye sordu:

“Eslem Kabilesindenim” cevabını verdi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, yine Hz. Ebû Bekir’e dönerek, “Yâ Ebâ Bekir,” dedi. “Selâmete erdik.”

Peygamber Efendimiz, “Eslem’in hangi kolundansın?” diye sordu.

Büreyde, “SehmoÄŸullarındanım” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebâ Bekir, okun çıktı” buyurdu.

Fahr-i Kâinat, katiyyen tatayyur1 etmezdi. Yalnız güzel ÅŸeylerde, hasenatta tefeül ederdi, yani hayra yorardı. Onun için Büreyde’ye rastlamasını iyi bir hal ve alâmet saydı.

Bu sefer Fahr-i Kâinatın akval ve etvarındaki metanet ve ağırbaÅŸlılığa, lisanındaki düzgünlüğe müsahhar ve hayran olan Büreyde, “Peki, yâ Sen kimsin?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem, “Ben, Abdülmuttalib’in oÄŸlu Abdullah’ın oÄŸlu Muhammedim ve Allah’ın Resûlüyüm” dedi ve onu ÃŽslâma davet etti.

Büreyde, davete derhal icâbet etti ve beraberindekilerle birlikte kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.2

Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirdi.

Sabah olunca Büreyde, “Yâ Resûlallah,” dedi. “Yanında bir bayrak olmadan Medine’ye girmen doÄŸru olmaz.”

Sonra da sarığını çıkarıp mızrağının ucuna baÄŸladı. Medine’ye girinceye kadar Peygamber Efendimizin önünde onu taşıyarak yürüdü.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Büreyde hakkında, “Ashabımdan bir zât, bir memlekette vefât edecektir. O, kıyâmet gününde, o memleketin nûru ve o memleket halkının önderi olacaktır” buyurmuÅŸtur.1

Hakikaten, Büreyde Hazretleri ÃŽslâm uÄŸrunda büyük fedakârlıklarda bulundu. ÃŽslâm mücahidleriyle Horasan’a kadar gitti ve Merv’de vefât etti.2

* * *



Peygamber Efendimizin Medine'ye GeliÅŸi

Medineli Müslümanlar, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Mekke’ye gelmek üzere yola çıktığını duymuÅŸlardı. Bunun için her gün sabah namazından sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı basıncaya kadar yolunu heyecan ve sabırsızlıkla beklerlerdi.

Yine bir gün teşrif-i Nebevîyi uzun uzun beklemişler, gelmediğini ve etrafı da şiddetli sıcağın bastığını görünce geri evlerine dönmüşlerdi.

Bu sırada bir iÅŸi için evinin damına çıkmış olan bir Yahudî, beyazlara bürünmüş bir kaç kiÅŸinin çölün sıcaklığını, serap ve sisleri yara yara gelmekte olduÄŸunu gördü. Müslümanların Hz. Resûlullahı günlerden beri beklemekte olduÄŸunu biliyordu. Kendisini tutamayarak, “Ey Arap topluluÄŸu. ÃŽÅŸte beklediÄŸiniz devletliniz geliyor” diye haykırarak Müslümanlara müjde verdi.1

Bu müjde, o anda bir şimşek gibi çaktı. Şehir bir anda bayram havasına büründü. Çünkü, insanlığa huzur ve saadet sunan zât geliyordu. Müslümanlar derhal silahlanıp o tarafa doğru koştular.

Karşılayıcılar, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir’e bir hurma aÄŸacının gölgesinde dinlenirken kavuÅŸtular. Hz. Ebû Bekir baÅŸucunda ayakta duruyordu. Günlerden beri yolunu heyecan, sabırsızlık ve muhabbetle bekledikleri ak maÅŸlaha bürünmüş Kâinatın Efendisini selâmladılar, nur saçan mübârek simasını temaşâya baÅŸladılar.

Hurma aÄŸacının gölgesinde bir müddet yorgunluÄŸunu gideren Resûl-i Kibriyâ daha sonra beraberindekiler ve karşılayıcılarla birlikte Medine’nin saÄŸ tarafına düşen Kuba köyüne doÄŸru yoluna devam etti.

Rebiülevvel ayının çok sıcak bir Pazartesi günü idi.

GüneÅŸ ateÅŸten oklarını bütün ÅŸiddetiyle yeryüzüne gönderiyordu. KuÅŸluk vakti Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, etrafındaki mü’minler halkasıyla Medine’ye bir saat kadar mesafesi olan Kuba köyüne vardı. Orada Amr bin AvfoÄŸullarının kardeÅŸi Gülsüm bin Hidm’in evine indi. Kızgın kumlar üzerindeki sür’atli yolculuk Efendimizi oldukça yormuÅŸtu. Hem bu yorgunluÄŸunu üzerinden atmak, hem de buradaki Müslümanlarla görüşmek arzusuna binaen Kuba’da bir müddet ikâmet etmeye karar verdi.

Geceleri, Medineli Müslümanların eÅŸrafından oldukça yaÅŸlı bir zât olan Gülsüm bin Hidm’in evinde kalan Efendimiz, gündüzleri ise, Müslümanlarla konuÅŸmak, sohbet etmek için Ashabdan bekâr bir zât olan Sa’d bin Hayseme’nin evine giderdi. Zâten, Muhacirlerin bekârları da onun evinde kalırlardı. Bu sebeple evine “Dârül-Uzab (Bekârlar Evi)” denirdi.1

Hz. Ali, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin emriyle KureyÅŸlilerin kendisine teslim ettikleri kıymetli eÅŸya ve emanetlerini sahiplerine iâde etmek maksadıyla Mekke’de kalmıştı.

Hz. Ali, bu vazifeyi yerine getirmiÅŸ ve Efendimizin Mekke’den ayrılışından üç gün sonra da hareket etmiÅŸti. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz henüz Kuba’da iken gelip kavuÅŸtu. Yürümekten ayakları ÅŸiÅŸmiÅŸ ve kabarmıştı. Peygamberimiz onu gözyaÅŸları arasında kucakladı ve ayağının iyileÅŸmesi için duâ edip eliyle meshetti. Cenâb-ı Hak anında ÅŸifâ ihsan etti. Hz. Ali’nin ayaklarında ne kabarmadan, ne de aÄŸrı ve sızıdan eser kalmadı.2

Kubâ Mescidinin inşası

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Amr bin AvfoÄŸullarında on küsur gece misafir kaldı. Bu müddet zarfında Kuba Mescidini te’sis etti ve bu mescid içinde namaz kıldı.



Îslâmda ilk mescid: Kuba Mescidi

Efendimizin tesis ettikleri mescidden önce, Müslümanlardan bazıları kendileri için mescid inşâ etmişlerse de, Îslâm cemâatı için ilk olarak binâ olunan mescid işte bu Kuba Mescididir.

Gülsüm bin Hidm Hazretlerinin üzerinde hurma kuruttuÄŸu arsasında binâ edilen bu ulvî ma’bedin inÅŸasında, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bizzat çalıştı. Bir seferinde kucağına, güçlükle kaldırılabilecek büyükçe bir taÅŸ almışlardı. Sahabînin biri yanına varıp, “Yâ Resûlallah! Anam, babam sana fedâ olsun. Elindekini bana ver” deyince, “Hayır vermem. Sen de baÅŸkasını al” buyurarak gayret ve faaliyetten büyük zevk aldığını ifâde etmiÅŸti. Böylece, ibâdeti, takvası, sadakâtı, metaneti, cesareti, vesair bütün güzel vasıflarda olduÄŸu gibi gayret ve çalışkanlığıyla da Sahabîlere en güzel örnek oluyordu.

Onun bu gayret ve faaliyetini müşâhede eden Müslümanlar da aşk ve şevk içinde bıkmadan usanmadan ve zerre kadar fütûr eseri göstermeden çalışıyorlardı. Mescid yapılıp bitinceye kadar Peygamber Efendimiz çalışmaktan bir an olsun geri durmadı ve kendisini sâir Müslümanlardan farklı bir muâmeleye tabi tutmadı.

Kuba Mescidi, Resûl-i Kibriyânın hicreti ve özellikle Kuba köyüne ulaÅŸmasıyla baÅŸlayan nuranî ve muazzam bir devrin mübârek bir âbidesidir. Bu sebepledir ki, Kur’an lisanıyla “Takva Mescidi” adı verilerek ÅŸerefli kılınmıştır. ÃŽlgili âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurulur:

“Muhakkak bu bir Mescid’dir ki, onun temeli Medine’ye hicretin ilk gününde takvâ üzere atılmıştır. Orada maddî ve mânevi pisliklerden temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.”1

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, hayatı müddetince her Cumartesi günü yaya veya binitli olarak bu mübârek mescidi ziyâret eder ve içinde namaz kılardı. Ayrıca mü’minleri de teÅŸvik ederek, tam bir temizlik ve nezahetle bu mübârek mescidde namaz kılan kimse için bir umre sevabı olduÄŸunu müjdelerdi.

Îslâmî gelişmenin önündeki engellerin yavaş yavaş bertaraf olduğu, Îslâmın inkişaf ve teâliye başladığı bir dönemde inşâ edilmiş olması Kuba Mescidine ayrı bir mânâ ve ehemmiyet atfeder.

Suheyb bin Sinan, müşriklerin eziyet ve iÅŸkencelerine ma’ruz kalan kimsesiz Müslümanlardan biri idi. Medine’ye hicrete Efendimiz tarafından izin verildiÄŸi sırada bir türlü fırsatını bulup Mekke’den ayrılamamıştı.

Hz. Ali’nin hicret ettiÄŸini görünce o da, Medine’ye hicret maksadıyla hazırlanıp yola çıkmıştı. Bunu gören Mekkelilerden bazıları arkasına düşüp yetiÅŸtiler ve “Sen, buraya fakir olarak geldin. Yanımızda zengin oldun. Kendinle birlikte bu bol serveti de alıp götürmek istiyorsun. Buna müsâade edemeyiz” demiÅŸlerdi.

ÃŽmânından aldığı cesaretle bu kahraman Sahabî hemen bineÄŸinden inmiÅŸ, çantasındaki okları çıkarıp karşısında duran KureyÅŸ topluluÄŸuna, “Benim, içinizde en iyi ok atanlardan biri olduÄŸumu bilirsiniz. Yanımdaki okların hepsini atar, onlar biterse kılıcımı çalarım. Bunlardan biri elimde bulunduÄŸu müddetçe yanıma sizi yaklaÅŸtırmam” diye hitap etmiÅŸti.

Müşrikler bu kahramanca seslenişe cevap verememişlerdi. Bu Îslâm kahramanının kolay kolay teslim olmayacağını biliyorlardı.

Bir tarafta kalbindeki Allah’a îmânın verdiÄŸi hadsiz cesaretle duran Suheyb bin Sinan, diÄŸer tarafta gönüllerine ÅŸirk ürkekliÄŸi hâkim bir çok müşrik vardı.

Sonunda Suheyb ÅŸu teklifte bulunmuÅŸtu: “Size, bütün servetimin yerini gösterir, onu size bırakırsam, gitmeme müsâade eder misiniz?”

Gönülleri dünya malı sevgisiyle dolu müşrikler, “Evet” dediler.

Hz. Suheyb de onlara bütün servetini bırakarak Allah yolunda, dini ve îmânını serbestçe yaşamak uğrunda hicretine devam etmişti.

Rebiülevvel ayının ortalarına doÄŸru gelip Kubâ’da Resûl-i Kibriyâ Efendimize kavuÅŸtu. Yolda gözü aÄŸrımış, karnı ise son derece acıkmıştı. O sırada Efendimiz ve yanında bulunan Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in önünde taze yapraklı salkım halinde hurma vardı. Hz. Suheyb hemen yaÅŸ hurmaları yemeye baÅŸladı.

Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Suheyb’i görmüyor musun? Hem gözü aÄŸrıyor, hem de yaÅŸ hurma yiyor” dedi.

Resûl-i Ekrem, “Ey Suheyb! Hem gözün aÄŸrıyor, hem de yaÅŸ hurma yiyorsun” buyurunca Suheyb, “Yâ Resûlallah! Ben, gözümün saÄŸlam, aÄŸrımayan tarafıyla yiyorum” diye latif bir cevap vererek Efendimizi tebessüme getirdi.

Hz. Suheyb daha sonra, “Yâ Resûlallah! Sen Mekke’den çıktığın zaman müşrikler beni yakalayıp, hapsettiler. Ben de servetimi vererek kendimi ve ailemi satın aldım” dedi.

Resûl-i Muhterem Efendimiz, “Suheyb kazandı. Suheyb kazandı! Ebû Yahya, satış kârlı çıktı”1 buyurarak bu kahraman Sahabîyi müjdeleyip sevindirdi.

Bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu:

“Yine insanlardan öylesi vardır ki, karşılığında Allah’ın rızâsını kazanmak için kendisini fedâ eder. Allah ise kullarına pek ÅŸefkatlidir.”2

Server-i Enbiyâ Efendimiz, Kuba’da on küsûr gece ikâmet buyurduktan sonra bir Cuma günü Medine’ye doÄŸru hareket etti. Kasvâ adındaki devesinin üzerinde idi. PeÅŸinde Hz. Ebû Bekir, saÄŸ ve solunda ise ana tarafından akrabaları olan NeccaroÄŸullarından silahlı yüz kiÅŸi ile bir çok Medineli Müslüman yer almıştı. Manzara düşündürücü olduÄŸu kadar da sevindirici ve ümit verici idi. Mekke’de yalnızlıkla baÅŸbaÅŸa bırakılmış bulunan Resûl-i Kibriyânın etrafını ÅŸimdi içleri nur, dışları nur yüzlerce insan sarmıştı. Dillerinde tekbir, gönüllerinde ise hadsiz sürûr vardı. Kendilerinde dünya ve âhiret saâdetinin kaynağı olan gerçek îmân ve ÃŽslâmı sunan bu ÅŸerefli zâtın yolunu günlerden beri sabırsızlıkla beklemiÅŸlerdi. Åžimdi ise ona kavuÅŸmanın eÅŸsiz sevincini duyarak, hissederek yaşıyorlardı.

Medine’de ilk Cuma namazı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, yol esnasında sol tarafa yönelerek Sâlim bin Avfoğulları yurduna vardı. Rânuna mevkiine geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi. Efendimiz Rânûna Vadisinin ortasındaki Cuma Mescidinin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı.

Bu, Peygamber Efendimizin Medine’de kıldığı ilk Cuma namazı idi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz burada arka arkaya iki hutbe irâd buyurdu. ÃŽlk hutbesinde Allah’a hamd ve senâdan sonra meâlen Müslümanlara şöyle hitap etti:

“Ey ÃŽnsanlar! SaÄŸlığınızda âhiretiniz için tedârik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki; kıyâmet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hak ona tercümansız ve perdedarsız olarak bizzat diyecek ki, ‘Sana benim Resûlüm gelip de tebliÄŸ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim, sen kendin için ne tedârik ettin?’

“O kimse dahi sağına soluna bakacak, birÅŸey görmeyecek. Önüne bakacak Cehennemden baÅŸka bir ÅŸey görmeyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateÅŸten kurtarabilecekse, hemen o hayrı iÅŸlesin. Onu da bulamazsa bâri kelime-i tayyibe [güzel sözle] kendisini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.

“Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.”1

Resûl-i Kibriyâ, ikinci hutbesinde ise meâlen şöyle buyurdu.

“Allah’a hamdolsun. Allah’a hamdederim ve Ondan yardım isterim. Nefislerimizin ÅŸerlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığındık. Allah’ın hidâyet ettiÄŸini kimse saptıramaz. Allah’ın saptırdığına da kimse hidâyet edemez.

“Allah’tan baÅŸka ilâh olmadığına ÅŸehâdet ederim. O birdir, ÅŸeriki yoktur.

“Kelâmın en güzeli Kelâmullah’tır. Kimin ki Allah kalbini Kur’an ile süsler ve onu kâfir iken ÃŽslâma dahil eder, o da Kur’an’ı sâir sözlere tercih ederse, iÅŸte o kimse felâh bulur.

“DoÄŸrusu Kitabullah, kelâmların en güzeli ve en beliÄŸidir. Allah’ın sevdiÄŸini seviniz. Allah’ı can ve gönülden seviniz. Allah’ın kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Zira, Kelamullah, herÅŸeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzîdesi olan Peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve helâl ve haramı beyân eder. Artık, Allah’a ibâdet ediniz ve Ona hiç bir ÅŸeyi ÅŸerik etmeyiniz. Ondan hakkıyla sakınınız.

“Hayırlı iÅŸler iÅŸleyiniz ve bu iyi iÅŸleri diliniz de te’yid etsin.

“Allah’ın kelâmı ile birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü Taâla ahdini bozanlara gazab eder. Allah’ın selâmı üzerinize olsun.”1

Akabe’deki bîatta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem Efendimiz kendi beldelerine geldiÄŸi zaman, her cihetle onu koruyacaklarına dâir söz vermiÅŸlerdi.

Önce, Resûl-i Ekrem onların yurduna gelip bir müddet Kuba’da ikamet buyurduktan sonra, bu sefer bizzat Medine’ye girmek üzere bulunduÄŸundan, artık onların sözlerini yerine getirme vakti gelmiÅŸ demekti.

Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, ikinci hutbesinin sonunda Cenâb-ı Hakkın, ahdini bozanlara gazab edeceğini beyân etmekle sözlerine son veriyordu.

* * *



Medine'ye GiriÅŸ

Peygamber Efendimiz, Rânûna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan sonra tekrar devesine bindi ve yularını boynuna doladı. Arkasında Hz. Ebû Bekir, etrafında ise Neccaroğulları yiğitleri ile Medineli Müslümanlar yer alıyordu. Kimi yaya, kimi binekli olan Müslümanların sevinç ve tekbir getirişlerinden âdeta yer gök inliyordu.

Fahr-i Âlem, devesinin üzerinde ağır ağır Medine içlerine doÄŸru ilerliyordu. Sevinç dalgaları ÅŸehrin her tarafını sarmıştı. ÃŽslâma merkez olma ÅŸerefine erecek bu kudsî ÅŸehir, sürûrundan âdeta çalkalanıyordu. Kâinatın Efendisini sînesine alışın, ona yurt ve hicret yeri olmanın sevincini yaşıyordu.

Kadınlar, çocuklar söyledikleri şiirlerle manzaraya bir başka tatlılık katıyorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:

“Veda yokuÅŸundan doÄŸdu dolunay bize.

“Allah’a yalvaran oldukça, şükretmek gerekir mes’ud halimize,

“Ey bize gönderilen yüce peygamber, sen,

“ÃŽtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize.”1

Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz. Resûlullahın mübârek yüzünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar, bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.

Evlerinin damından kadınlar, yollarda erkekler ona, “HoÅŸgeldin” diyorlardı:

“Muhammed geldi! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!

Yâ Muhammed, Yâ Muhammed!”2

Bu kalbî ve duygulu tezahürat arasında Peygamberimiz tevazu ve vakarı birleÅŸtiren müstesna bir eda içinde Kasvâ’nın üstünde yoluna devam ediyordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiÄŸi her evin sahibi, kendisini evinde misafir etme ÅŸerefine nâil olmak istiyor ve devesinin yularını tutup, “Yâ Resûlallah, bize buyurun” diyordu.

Efendimiz ise, mübârek tebessümleri arasında, “Hayra erin, deveye yol verin. Ona gideceÄŸi yer buyurulmuÅŸtur” diye cevap veriyordu. O mübârek hayvan da saÄŸa ve sola bakarak kendiliÄŸinden gidiyordu.

Yuları boynuna dolanmış Kasvâ, ilerleyerek Malik bin Neccaroğullarına ait develerin yanına kadar gitti ve oradaki boş bir arsaya çöktü.

Peygamber Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve az sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola debelenmeye başladı.

Dikkatler Kasvâ’nın üzerine çevrilmiÅŸti. Resûl-i Ekrem, onun çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa baÅŸka bir yere mi? Henüz kimsenin bu hususta bilgisi yoktu.

O sırada NeccaroÄŸullarının mini mini masum kız çocukları, defler çalarak Sevgili Efendimize “hoşâmedi” ediyorlardı:

“Biz NeccaroÄŸulları kızlarıyız.

Muhammed’in akrabalığı, komÅŸuluÄŸu ne hoÅŸtur.”1

Resûl-i Ekrem, bu masum yavruların samimî duygu ve sevinçlerini gülümseyerek karşıladı ve “Beni seviyor musunuz? diye sordu.

Hep bir ağızdan, “Evet, seni seviyoruz, yâ Resûlallah” dediler.

Kâinatın Efendisi ise, “Allah biliyor ki, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum” buyurdu.

Medineli Müslümanlardan her biri Fahr-i Âlem Efendimizin hanesine ÅŸeref vermesini can u gönülden istiyordu. Hatta bir ara Kasvâ çöktüğü zaman, Cebbar bin Sahr, kaldırmak için ayağıyla ona vurdu. Bunu farkeden Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari hiddete gelerek şöyle dedi:

“Ey Cebbar! Sen benim evimin önünden kaldırmak için ona vurdun. Resûlullahı hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, ÃŽslâmiyet mâni olmasaydı sana kılıçla vururdum.”

Peygamberimiz Ebû Eyyûb’un evinde

Kasvâ, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca, Peygamber Efendimiz, “ÃŽnÅŸaallah menzilimiz burasıdır” buyurarak indi.

Böylece, Îslâm ve cihân tarihinin kaydettiği en parlak hâdiselerden biri olan Hicret-i Muhammediye (a.s.m.) bu inişle sona eriyordu.

Müslümanlar merak ve heyecan içinde bekliyorlardı. Acaba kâinatın medar-ı iftiharı olan Resûl-i Kibriyâ kimin evini şereflendirecekti? Hepsinin göz ve gönüllerinde sevinç dalga dalga idi. Bu sevince Kâinatın Efendisini evlerinde misafir etmek hadsiz şerefini de katmak istiyorlardı.

Peygamber Efendimiz etrafını saranlara, “Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” diye sordu.

Neccâroğullarından Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri sevinç ve heyecanla ortaya atıldı:

“Yâ Nebiyyallah! Benim evim daha yakındır. ÃŽÅŸte ÅŸu evim, ÅŸu da kapısı” diyerek gösterdi.

Sonra da, “Müsâade buyurursanız, devenizin üzerindekileri oraya taşıyayım” dedi ve Kasvâ’nın yükünü indirip palanını soydu ve evine taşıdı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de, “KiÅŸi bineÄŸinin ve ağırlığının yanında bulunur” buyurdu ve Ebû Eyyub el-Ensarî’ye, “Git, bizi kabul için yer hazırla!” diye emretti.1

Bu esnâda Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden olan Es’ad bin Zürâre Hazretleri de teberrüken Kasvâ’yı alıp kendi evine götürdü.

Hz. Eyyûb el-Ensarî, derhal gidip evini hazırladı ve gelip Efendimize, “Yâ Resûlallah! ÃŽkinize de yer hazırladım. Allah’ın bereketi ile ikiniz de yerinize buyurunuz” dedi.2

Sevgi tezahürleri arasında Resûl-i Ekrem Efendimiz de kalkıp Ebû Eyyûb el Ensarî Hazretlerinin hânesine gitti. Böylece Kâinatın Efendisini ağırlama eşsiz şerefi bu aziz Sahabîye nasib oluyordu.

Fahr-i Âlem Efendimizin, Medine’ye teÅŸrifiyle vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri mahzun olan Muhacirlere taze kan geldi. Ensarın yüzü ve gönlü sürûra gark oldu. Medine ise sevinçten çalkalandı ve âdeta bir bayram havasına büründü. Ashab-ı Kiramdan Bera bin Azib, o müstesna gündeki sevinç ve heyecanı ÅŸu cümlelerle anlatır:

“Resûlullah (a.s.m.) Medine’ye gelince, Medinelilerin onun geliÅŸine sevindikleri kadar, hiç bir ÅŸeye öylesine sevindiklerini görmedim. Kadınların, çocukların, ‘ÃŽÅŸte Resûlullah geldi. ÃŽÅŸte Muhammed (a.s.m.) geldi’ diyerek sevinçten coÅŸtuklarını müşâhede ettim.”3

O zaman henüz bir çocuk olan Ensardan Enes bin Mâlik ise şu sözlerle o günün azamet ve parlaklığını nazara vermek ister:

“Ben, Resûlullahın (a.s.m.), Medine’ye girdiÄŸi günden daha güzel, parlak ve daha azametli hiç bir gün görmedim.”1

Mihmandar-ı Fahr-i Âlem Hz. Eyyûb el-Ensarî Hazretleri der ki:

“Resûlullah, evime ÅŸeref verdiÄŸi zaman, alt kata inmiÅŸti. Ben ve zevcem Ümmü Eyyûb ise yukarı katta bulunuyorduk. ‘Anam, babam, sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Ben, benim yukarıda olmamı, senin ise alt katta bulunmanı hoÅŸ görmüyorum. Bu durum bana çok ağır geliyor. Sen yukarı çık, orada bulun! Biz de aÅŸağı inelim, orada oturalım’ dedim.

“Resûlullah, ‘Yâ Ebâ Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız, bize daha uygun ve münasibdir’ dedi ve alt katta oturdu. Biz de meskende onun üstünde bulunuyorduk.

“O sırada içinde su bulunan testimiz kırıldı. Resûlullahın üzerine damlayıp, onu rahatsız etmesinden korkarak zevcemle tek örtüneceÄŸimiz kadife yorganımızı hemen suyun üzerine bastırdık.”2

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, fazla ziyaretçi geleceÄŸi ve onlarla rahat görüşüp konuÅŸabilme düşüncesiyle alt katta kalmayı münasib görmüştü. Ancak, büyük îmân sahibi Hz. Ebû Eyyûb ve zevcesinin gönlü bir türlü rahat etmiyordu. “Fahr-i Âlem alt katta, bizler üst katta, bu nasıl olur?” diye düşünüyor ve bundan son derece sıkılıyorlardı.

Hz. Ebû Eyyûb, bir gece uyandı ve bu duygunun tesiriyle bir türlü uyuyamadı. Ufak tefek eşyalarını evin bir başka tarafına taşıdılar ve orada uykusuz sabahladılar.

Sabah olunca, Hz. Ebû Eyyûb, olanları Efendimize anlattı. Peygamber Efendimiz yine, “AÅŸağısı bana daha uygundur” dedi.

Fakat, büyük Sahabî buna daha fazla tahammül edemedi ve “Yâ Nebiyyallah! Ben yukarıda, siz aÅŸağıda olmaz” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz üst kata, Ebû Eyyûb ve zevcesi Ümmü Eyyûb ise alt kata taşındılar.1

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin mütevazi evinde tam yedi ay ikâmet buyurdu. Bu zaman zarfında Medineli Müslümanlar, bu eve yemekler taşımada ve Efendimizin ihtiyaçlarını yerine getirmede birbirleriyle âdeta yarışırlardı.

Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evine yerleÅŸen Fâhr-i Âlem Efendimize, Medineli Müslümanlar her gün muntazaman yemek getirirlerdi. Hz. Ebû Eyyûb ve ailesi ise devamlı akÅŸam yemeklerini hazırlarlardı. Hazırladıkları yemeklerden geri kalanını ise teberrüken yerlerdi.

Yine bir gece soğanlı ve sarımsaklı bir yemek yapıp göndermişlerdi. Resûlullah yemeği geri çevirdi.

Ebû Eyyûb (r.a.), yemekte Resûlullahın parmaklarının izini görmeyince feryâd ederek yanına gitti, “Yâ Resûlallah! Anam, babam sana fedâ olsun. Sen akÅŸam yemeÄŸini niçin geri çevirdin?” dedi.

Resûlullah, “O sebzede bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben arkadaşım Cebrâil’i rahatsız etmek istemem” buyurdu ve ilâve etti:

“ÃŽnsanı rahatsız eden ÅŸeyden, melekler de rahatsız olurlar.”

Bunun üzerine Ebû Eyyûb, “Yâ Resûlallah! Yoksa o yemek haram mıdır?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hayır! Fakat, ben kokusundan dolayı ondan hoÅŸlanmadım”2 buyurdu.

Ebû Eyyûb Hazretleri de, “Senin hoÅŸlanmadığın ÅŸeyden ben de hoÅŸlanmam” dedi.1

Mu’cizeli bir yemek ziyafeti

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evinde kaldığı sıradaydı. Hz. Ebû Eyyûb, Nebiyy-i Muhterem Efendimizle Hz. Ebû Bekir-i Sıddıka kâfi gelecek iki kiÅŸilik yemek yapıp getirmiÅŸti.

Peygamber Efendimiz ona, “Git, Ensârın eÅŸrafından bana otuz kiÅŸi çağır!” diye emretti.

Hz. Ebû Eyyûb emri yerine getirdi. Otuz kişi gelip yediler.

Sonra yine fermân etti: “Altmış kiÅŸi daha çağır!”

Hz. Ebû Eyyûb altmış kiÅŸi daha davet etti. Onlar da gelip yediler. Efendimiz sonra tekrar, “YetmiÅŸ kiÅŸi daha çağır!” diye ferman etti.

Hz. Ebû Eyyûb bu emri de yerine getirdi. Yetmiş kişi daha gelip yediler.

Hz. Ebû Eyyûb der ki:

“Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mu’cize karşısında ÃŽslâmiyete girip bîat ettiler. O iki kiÅŸi için yaptığım yemeÄŸimden yüz seksen adam yediler.”2

Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin mu’cizeli bir yemek ziyâfeti idi. Berekete dâir olan bu mu’cizeler gösteriyor ki, “Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm umuma rızk veren ve rızıkları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm’in sevgili me’murudur; pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, hilâf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyâfetler gönderiyor.”3

Hicrî tarih

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Medine’ye hicret ettiklerinde Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri yoktu. Bunun üzerine Efendimizin hicretini baÅŸlangıç kabul ederek, “Resûlullahın geliÅŸinden bir ay, iki ay sonra” diye Hicrî tarih kullanmaya baÅŸladılar.

Hz. Resûl-i Ekremin dâr-ı bekâya irtihâline kadar da bu suretle kullanıldı. Fakat, sonra kesildi, kullanılmadı. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanı ile Hz. Ömer’in hilâfetinin dört senesi böyle geçti. Sonra resmî muâmeleler ve medenî münasebetlerin vakitlerini belli etmeye ve tâyinine ciddi gerek duyuldu.

Bunun üzerine Hz. Ömer, Ashabı topladı. Onlarla istişâre etti. Sa’d bin Ebî Vakkas Hazretleri Peygamberimizin vefâtı zamanının esas alınmasını, Talha bin Ubeydullah Hazretleri Efendimizin Peygamber olarak gönderiliÅŸ tarihini, Hz. Ali Resûl-i Kibriya’nın Medine’ye hicretlerini, baÅŸkaları ise Efendimizin doÄŸum gününü tarihe baÅŸlangıç olarak kabul edilmesini teklif ettiler.

Hicretin on yedi veya on altıncı yılında toplanan bu ÅŸurânın müzâkereleri neticesinde Hz. Ali’nin teklifi üzerine ittifak edildi. Ancak hangi ayın baÅŸlangıç olarak kabul edileceÄŸi hususunda bir mutabakata varılmadı. Abdurrahman bin Avf Hazretleri, “Haram Ayların” ilki olduÄŸu için Receb’i, Talha bin Ubeydullah Müslümanların mübârek ayıdır diye Razaman’ı, Hz. Ali (r.a.) ise sene başıdır diye Muharrem’i baÅŸlangıç olarak teklif etti. Bu hususta da yine Hz. Ali’nin teklifi kabul edildi.

Böylece Kamer senesi esas ve Hicret tarihi başlangıç kabul edilerek Müslümanlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş oldular.1

* * *



Mekke Devrinin Bir Hulâsası

Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye hicretleriyle on üç senelik Mekke devri geride kalmış oluyordu. ÃŽslâm tebliÄŸ tarihinde mühim bir yer iÅŸgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan Peygamber Efendimizin bu devredeki tebligatını bir kere daha nazara vermekte bir çok faydalar vardır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Miladi 610 yılında Cenâb-ı Hak tarafından peygamber olarak vazifelendirildiği zaman o günün Arap cemiyeti bütün dünya ile birlikte tarihinin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu. Îçinde bulunduğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi ediliyordu.

Onu peygamber olarak gönderen Cenâb-ı Hak, aynı zamanda Îslâmı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bildiriyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket tarzını tayin ve tesbit ediyordu.

Hayata her yönüyle yep yeni bir düzen ve şekil vermeye müteveccih bir tebligâtın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın vahşi âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde bu işin daha da güç olacağında şüphe yoktu.

Îçinde yaşadığı cemiyetin hususiyetlerini, mizaç ve fikirlerini çok iyi bilen Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu sebeple peygamberlikle vazifelendirilir vazifelendirilmez ortaya atılıp açıktan dâvete girişmedi. Peygamberliğini ve Îslâm dinini açıktan ilân etmedi. Bunun yapılabilmesi için zamana ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartların doğması gerekiyordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz îmân ve ÃŽslâma dâvete ilk önce en yakınlarından baÅŸladı. ÃŽlk defa zevcesi Hz. Hatice-i Kübrâya anlattı. Hz. Hatice onun peygamberliÄŸini tasdik ederek derhal Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beÅŸ yaÅŸlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali’yi ÃŽslâma dâvet etti. O da ÃŽslâmla müşerref oldu. Bundan sonra âilesi dışında en çok güvendiÄŸi Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla da birçok kimse ÃŽslâma girdi.

Gizli dâvet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir ve ihtiyatı göstermelerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû Zerr-i Gıfârî Müslüman olduÄŸu zaman ona tavsiyesi ÅŸu olmuÅŸtu: “Yâ Ebâ Zerr, sen ÅŸimdi bu iÅŸi gizli tut ve memleketine dön, git! ÃŽÅŸi açığa vurduÄŸumuzu haber aldığın zaman gel.”1

Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, îmânından gelen coÅŸkunlukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı deÄŸilken, Mescid-i Harama gidip açıktan açığa Müslümanlığını ilân ederken, müşriklerin öldürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas’ın yardımıyla kurtulabilmiÅŸti.2

Hz. Resûlullah, tam 3 sene böyle gizlice tebligâtına devam etti. Bu zaman zarfında Îslâm safında yer alanların sayısı ancak 30 kadardı.

Bu devre, “Önce en yakın akrabalarını azaptan sakındır”3 meâlindeki âyet-i kerimenin nazil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra Efendimiz, emr-i ÃŽlâhi gereÄŸince en yakın akrabalarını ÃŽslâm ve îmâna dâvet etmeye baÅŸladı. Önce, AbdülmuttaliboÄŸullarını bir araya toplayıp onlara davasını anlattı.

Bundan sonra tebliÄŸ dâiresini biraz daha geniÅŸletti ve ilk defa Safâ Tepesinden Mekkelilere seslendi. Onları Allah’ın birliÄŸine îmâna ve peygamberliÄŸini tasdike dâvet etti. Bu dâvete icabet edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb iÅŸi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete yeltendi. Fakat Peygamber Efendimiz îmân ve ÃŽslâmı anlatmaktan, insanları Allah’ın birliÄŸine îmâna ve risâletini tasdike, ara vermeden bütün gayretiyle devam etti.

Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimelerle, Îslâmı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde Peygamberimizin hareket tarzını da tesbit ediyordu.

Mekke’de nazil olan âyetlerin özellikle iki ana hedefi vardı: (1) Allah’ın varlık ve birliÄŸine, (2) Ba’se, yâni öldükten sonra tekrar dirilmeye îmânı, akıl, kalb ve ruhlara nakÅŸetmek.

Peygamber Efendimiz de, mesâisini bu iki ana hedef üzerine teksif etmiÅŸti. ÃŽnsanları Allah’ın varlık ve birliÄŸine îmâna dâvet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni bir hayatın baÅŸlayacağını haber veriyordu.

Bunlardan başka da Peygamberimizin karşı karşıya bulunduğu ve halletmesi gereken meseleler vardı. Fakat, en önemlisi bunlardı. Bunlar halledilmedikçe halkın zihninde, kalb ve ruhunda bu iki muâzzam mesele tesbit edilmedikçe diğer içtimâi meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim o, bilâhere bu meseleri teker teker halletmek yolunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.

Peygamberimiz herÅŸeyden önce, Allah’tan aldığı emir gereÄŸi bütün enerjisini, cemiyetin noksan bulunan temel anlayışı te’sis etmeye, bütün insanlığı Allah’a îmâna ve ona mutlak itâate hasretti. Çünkü, ÅŸirk inancını kafalardan sökmedikçe hak ve hakikatı kalblere yerleÅŸtirmek mümkün deÄŸildi. Bu temelde bozukluk olunca hiç bir ÃŽslâm davası muvaffak olamazdı.

Bunun içindir ki, Hz. Resûl-i Ekrem, insanlığın en asil hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitap ederek, bu kâinatın yegane Hâlık ve Mâlikinin Allah olduÄŸunu telkin ile iÅŸe baÅŸladı. Onun iradesinden baÅŸka itaat edilecek, önünde baÅŸ eÄŸilecek hiç bir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliÄŸ ederken de dâvasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut hâkim bir kuvvete dayanmak gibi bir ÅŸeye lüzum hissetmedi. DoÄŸrudan doÄŸruya insanlığa “Tevhid” inancını sundu. “Lâ ilâhe illallah deyiniz, kurtulunuz” diye insanlığa hitap etti.

Resûl-i Ekrem Efendimizin bu dâveti haliyle cemiyete hâkim durumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfûzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zâhiren tatlı, fakat mânen zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru lezzetlerinden vazgeçmek istemiyorlardı. Açıkçası, menfaatlarının devamını, eski yaşayışlarının idâmesinde görüyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimize (a.s.m.) muhalefete başladılar.

Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi başına bırakmak, anlattıklarını ciddiye almamak ve onunla istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki, onun telkin ettiÄŸi muazzam hakikatların etrafındaki mü’minler halkası günden güne geniÅŸliyordu. Bunu görünce telaÅŸlandılar. Bu sefer taktik deÄŸiÅŸtirdiler. Aleyhte propagandaya baÅŸladılar. Türlü türlü iftirâ ve isnadlara kalkıştılar. Resûl-i Ekrem Efendimize “sâhir, kâhin, şâir” dediler. Fakat bunların hiç birisi tutmadı. Bu iftira ve isnadlarına raÄŸmen hak ve hakikata inanmışların saflarının sıklaÅŸtığını gördüler.

Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teÅŸebbüs ettiler. Peygamber Efendimizle Müslümanları Kâbe’de namaz kılmaktan menediyorlar, üzerlerine mundar ÅŸeyler atıyor, namaz kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yollara dikenler saçıyorlardı. Zâif, fakir ve kimsesiz Müslümanları zulüm, iÅŸkence altında inletiyorlardı. Bazıları bu iÅŸkenceler altında can vererek yüce ÅŸehâdet mertebesine ulaşıyordu.

Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan eziyet ve hakaretlere karşı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum, yok olmalarını netice verebilirdi.

Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki ÅŸartlara raÄŸmen Hz. Resûlullah, durmadan dinlenmeden ÃŽslâm dinini tebliÄŸ ediyordu. Sâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, iÅŸkence ve hakaretlerine maruz kalıyordu. Fakat buna raÄŸmen Allah’tan aldığı emir gereÄŸi sabrediyor ve dâvasını tebliÄŸden asla vazgeçmiyordu.

Cenâb-ı Hak, iÅŸkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne maruz kalan Müslümanlara, gönderdiÄŸi âyet-i kerimelerle devamlı sabrı tavsiye ediyordu. “Sabret; Allah’ın vaadi haktır. Gerçekten îmân etmiÅŸ olmayanlar sakın sana sabırsızlık ve gevÅŸeklik vermesin.”1

Bir başka âyet-i kerimede Efendimize şöyle hitap ediliyordu:

“Sen güzel bir sabırla sabret”2

Bütün bu emirler gereÄŸi Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Mekke devrinde kendisine yapılan haksız muâmelelere aynıyla cevap vermediÄŸi, mukabele-i bilmisilde bulunmadığı gibi, mü’minlere de uÄŸradıkları eziyetlerden dolayı fevri hareket etmemelerini ve herhangi bir maddi mukabeleye giriÅŸmemelerini emir ve tavsiye ediyordu.

Bunun en açık bir misali Yâsir âilesine yaptığı tavsiyedir.

Bir gün, Yâsir âilesine toptan iÅŸkence ediliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz onları görünce, “Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sizin mükafâtınız Cennettir”3 buyurmuÅŸtu.

Yine bir gün uğradığı eziyet ve işkencelerden âdetâ bunalan Habbab bin Eret (r.a.) kendisine şikâyette bulunduğunda Peygamber Efendimiz şu cevabı vermişti:

“Sizden önce yaÅŸayanlar arasında öyleleri vardı ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri baÅŸlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara yine de sabrettiler, îmânlarından vazgeçmediler. Allah, muhakkak ÃŽslâmiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San’a’dan Hadremut’a kadar tek başına giden bir kimse Allah’tan baÅŸkasından korkmayacak, koyunları hakkında da, kurt saldırmasından baÅŸka hiç bir korku duymayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz.”1

Yine ÃŽkinci Akabe Bîatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri, “Yâ Resûlallah! ÃŽstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır Mina’da bulunan halkın üzerine yürürüz” dediÄŸi zaman Peygamber Efendimiz, “Hayır. Bize henüz bu ÅŸekilde hareket etmemiz emrolunmadı” cevabını vermiÅŸti.

Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke devrinde en büyük silahları her ÅŸeye raÄŸmen “sabır”dı.

Nitekim bu sabrın müsbet neticeleri kısa zamanda görüldü. Îşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müsbet bir hava uyandı. Bu havanın tesiriyle, Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda Îslâmla şereflenmişti.

Hz. Hamza, birgün Ebû Cehil ve birkaç müşrikin Peygamberimize hakaret ettiÄŸini duymuÅŸtu. Son derece hiddete gelmiÅŸ ve doÄŸruca Kâbe’nin yanında bir topluluk içinde oturan Ebû Cehil’in yanına vararak yayını kaldırıp ÅŸiddetle başına çalmış, başını yarmış ve “Sen misin ona sövüp sayan? ÃŽÅŸte ben de onun dinindeyim. Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona yaptıklarını bana da yap göreyim” demiÅŸti. Sonra Peygamberimizin yanına varmış ve Müslüman olmuÅŸtu.2

Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve iÅŸkencelerini öylesine arttırdılar ki, Peygamber Efendimiz Mekke’nin münasip bir yerinde ibadetlerini rahatça yapabilecek ve ÃŽslâmiyeti serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zorunda kaldı. Bunun için Erkam bin Ebi’l-Erkâm‘ın evini merkez yaparak hizmetine burada devam etti. Burada bir çok kimse Müslüman oldu.

Peygamber Efendimizin herÅŸeye raÄŸmen dâvasını anlatmaktan vazgeçmediÄŸini gören müşrik ileri gelenleri bu sefer amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla iÅŸi halletme yoluna gitmek istediler. Ona baÅŸvurarak, “Yâ Ebâ Tâlib! KardeÅŸinin oÄŸlunu ya bu dâvasından vazgeçir; bizim ilâhlarımızı kötülemesin. Ya da onunla aramızdan çekil” dediler.

Ebû Tâlib durumu anlatınca Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ona şu cevabı verdi:

“Amca! Vallahi, bu iÅŸi bırakmak için güneÅŸi saÄŸ elime ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam. Ya Allah Taâla, onu bütün cihana yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür, giderim.”1

Müşrikler artık Resûl-i Kibriyâ Efendimizi tehditlerle, baskı ve zorla dâvasından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı.

Yine takdik değiştirdiler. Efendimize mal, mülk, servet, makam ve reislik teklif ettiler. Fakat Resûlullahın bunların hiç birine iltifat etmediğini ve aynı hızla Îslâmiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.

Resûl-i Ekrem ve Müslümanların, başından beri müşriklerin eziyet, hakaret, iÅŸkence ve su-i kastlarına sabır ile mukabele ettiklerini belirtmiÅŸtik. Ne var ki, sabrın da bir hududu vardı. Müslümanlara revâ görülen eziyet ve iÅŸkenceler de artık sabır hududunu aÅŸma raddesine gelmiÅŸti. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz, HabeÅŸistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu: “HabeÅŸistan’a gidin. Zira orada çok âdil bir hükümdar var. Onun yanında kimseye zulmedilmez, orası adâlet ve doÄŸruluk diyarıdır. Allah bu durumdan bir çıkış yolu yaratıncaya kadar orada kalın!”2

Bunun üzerine dinlerini yaÅŸamak ve neÅŸredebilmek gayesiyle Müslümanlar iki kafile halinde HabeÅŸistan’a hicret ettiler.

Her zaman olduÄŸu gibi, bu safhada da Peygamber Efendimiz, kemiyetten ziyade keyfiyete, tabiri câizse vasıflı ve nüfuzlu kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: “Allah’ım! Bu dini Ömer ibn-i Hattab veya Amr bin HiÅŸam (Ebû Cehil) ile kuvvetlendir” duâları bunun açık bir misalidir.

Îçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer bin Hattab da, Ebû Cehil de Îslâmiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması demek, Îslâm dâvası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti. Nitekim, bu duâdan kısa zaman sonra Hz. Ömer Müslümanlar safında yer alınca Îslâmiyetin ilân ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kaldılar. Müslümanlar da artık, kenarda köşede saklanmaya, ibadetlerini korku içinde gizli gizli yapmaya lüzum hissetmemeye başladılar.

Aradan bir müddet geçtikten sonra Efendimizi himayesinde bulunduran amcası Ebû Tâlib’in vefatını müşrikler fırsat bildiler. Tecâvüzlerini kat kat arttırdılar. Hz. Resûlullahın durumu aleyhinde artan bu gayretler neticesinde son derece müşkil bir hal almıştı. Evinden nadiren çıkar olmuÅŸtu. Bu vaziyet karşısında dini neÅŸretmek için Mekke’den daha emin bir yer temin etmek maksadıyla Taif’e gitti. Ne var ki, buradaki bütün temaslarına raÄŸmen istediÄŸi zemini bulamadı. Dâvetine icabet etmeyen Tâifliler üstelik onu taÅŸladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna raÄŸmen âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz onlara bedduâ etmedi ve “Rabbimden istediÄŸim müşriklerin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir” diye niyazda bulundu.

Peygamber Efendimizin Mekke’de, ÃŽslâmın ilk senelerinde göze çarpan mühim diÄŸer hareketi, her yıl hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabileler ile gizlice görüşerek, onlara Kur’an okuması ve ÃŽslâm dininin esaslarını telkin etmesi idi. Kabileler arasında dolaÅŸması esnasında da KureyÅŸli müşrikler yine peÅŸini bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnadlarla halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı.

Fakat, onların bütün bu gayretleri boÅŸa çıktı. Resûlullahın gönüllerin fethi ile büyüyen dâvası gittikçe yayılıp Mekke’nin dışına taÅŸtı ve Medine ufuklarında parlamaya baÅŸladı.

Hicret ile de Müslümanlar için yep yeni bir devir başlamış oldu.

Share on Facebook! Share on Twitter! StumbleUpon

Makaleler « Mekke Hayatı »

» Peygamber Efendimizin Medine'ye Hicreti » ÃŽsrâ ve Mi'raç Mu'cizesi » Åžakk-ı Kamer Mu'cizesi
» ALENÃŽ DÂVET » Kâinatın Efendisine Peygamberlik Vazifesinin Verilmesi » ÃŽlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları ÃŽÅŸkenceler
» Peygamber Efendimizin On ÃŽki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı » Efendimize Peygamberlik Verilmeden Önce Dünyanın ve ÃŽnsanlığın Durumu » Peygamber Efendimizin Dünyaya GeliÅŸine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler
» Peygamber Efendimizin Dünyaya GeliÅŸi ve ÇocukluÄŸu