Kullanıcı Adı:  Üye Olacağım
Åžifre:  Åžifremi Unuttum!
Hatırla?  

15 Jul 2010 Efendimize Peygamberlik Verilmeden Önce Dünyanın ve Însanlığın Durumu

Efendimize Peygamberlik Verilmeden Önce Dünyanın ve Însanlığın Durumu


Dünyanın ve Însanlığın Durumu


Kâinatın Efendisine, risâlet vazifesi verilmeden önce, insanlığın ve dünyanın ma’nevi çehresini tanımak ve bilmekte fayda vardır. Ancak o zaman Resûlullahın insanlığı nasıl dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir karanlık ve sapıklık içinden kısa zamanda çekip çıkardığını anlayabiliriz!



Milâdi altıncı asır sonları...

Bu zaman, insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbusunun olanca kesafetiyle çöktüğü ve onu boğmaya var gücüyle çalıştığı bir asırdır... O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler şunlardır: Bizans, Îran, Mısır, Hindistan, Îskenderiye, Mezopotamya, Çin, v.s.

Bütün bu devletlerde:

A) Doğru bir inanç sistemi mevcut değildi.

Înançsızlığın veya yahlış inancın ruh ve vicdan ıztırabı içinde kıvranan zamanın insanları âdeta çılgına dönmüşler, ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar durumuna gelmişlerdi.

Kâinatta cereyan eden hâdiselere ve yüce Kudretin eseri olan eÅŸyaya tapılmakta idi. Yıldızlara, ateÅŸe, kupkuru, ruhsuz taÅŸ ve tahtalara zavallı insanlık “ÃŽlâh!” diye secde ediyordu.

Ruh ve vicdanlar tek Allah’a îmândan mahrum karanlıklara gömülü bulunduklarından, “HerÅŸey ÃŽlâhî kudretin eseridir” denilmiyor ve dolayısıyla devrin insanları tarafından, kâinat; mânâsız, abes ve gayesiz mütalaa ediliyordu! ÃŽmân, irfan ve basiretten mahrum bu zavallılar, bir harfin, bir kelimenin, bir kitabın müellifsiz vücud bulmayacağını biliyorlardı da, içinde binbir türlü esrâr ve hikmeti muhafaza eden kâinat kitabını sahipsiz ve mânâsız kabul edecek kadar düşünceden mahrum bir periÅŸanlık içinde kıvranıp duruyorlardı...

Bu içler acısı vaziyetiyle bütün dünyanın, Tevhid inancını, Allah’ın varlık ve birliÄŸine inanmayı insanlığa takdim edecek, gönülleri ÅŸirk, küfür ve dalâlet kirinden temizleyecek bir peygambere ihtiyacı vardı ve onu bekliyordu!

B) Bu ülkelerin hepsinde insanlar sınıflara ayrılmışlardı.

Îlâhî ölçüden mahrum insanlık, zengin fakir, kuvvetli zaif, avam havas, efendi köle diye birçok sınıflara ayrılmış durumda bulunuyordu. Zengin ile fakir, halk ile devlet ricali arasında korkunç bir kopukluk ve uçurum vardı!

Sınıflar arası hava oldukça gergindi. Üst tabakadakilerin zulüm ve tahakkümü sebebiyle alt sınıflar her an patlamaya hazır bir barut fıçısını andırıyordu. Misâl olsun diye o günkü ÃŽran’ın durumuna bir göz atalım:

“Birçok ibtidaî kavimlerde olduÄŸu gibi ÃŽranlılar da birbirinden tamamen ayrılmış ve ilk üçü en aÅŸağı tabakada olan dördüncüsünden bütünüyle kopmuÅŸ dört sınıfa (kasta) ayrılmıştı. En yüksek olan üç sınıf, münhasıran Magi kabilesinden alınan ve bu itibarla Magiped veya Möbed denilen rahipler ve hâkimler, cengâverler ve resmî me’murlardı. Rençber ve san’at sahiplerinden mürekkep kısım da dördüncü sınıfı teÅŸkil ediyordu.

“Sözde halk denilen zümre ise, hür ÅŸehirlilerden ve topraÄŸa baÄŸlı esir ve kölelerden (serfler) mürekkepti ve bu sonuncuların vazifeleri, hiç bir mükâfat ve ücret karşılığı olmaksızın tarlalarda veya orduda çalışmaktı. Bunlar tamamiyle kendi hallerine terkedilmiÅŸ, aşılmaz maniâlarla ayrılmış oldukları—mal ve mülkünden serbestçe faydalanan—Dehkanlığa, yani ÅŸehirliliÄŸe bile yükselmeyi ümid edemezlerdi...”1

Doğu Roma Împaratorluğunun hali daha da acıklı ve ibretliydi:

“Halk, kendiliÄŸinden bir çok tali sınıflara ayrılmıştı. Bunlar: (1) Ne orduya alınan ve ne de herhangi bir çeÅŸit ticârete giriÅŸebilen toprak sahiplerinden mürekkep Curule (Kürül) denilen sınıf, (2) ÃŽran’daki benzerleri gibi toprak sahibi olmayan, nüfus vergisi veren, babadan oÄŸula intikal eden muhtelif loncalara baÄŸlı Haraçgüzâr (vergi veren) halk, (3) askerî sınıftı.

“Bu konu üzerinde bir yazarın dediÄŸi gibi: ‘Toprağı eken çiftçiler, saray halkını doyuran ve giydiren birer âletten baÅŸka birÅŸey deÄŸildi.”1

Orta Doğunun hatırı sayılır bir tarihçisi olan Finlay, Doğu Romanın (Bizans) o zamanki perişan durumunu bakınız nasıl hülâsa eder:

“Jüstinyen’in ölümü ile (528-565) Muhammed’in (a.s.m.) doÄŸumu arasında geçen zaman zarfında olduÄŸu gibi, belki tarihin hiç bir devrinde ahlâkı bu dereceye kadar bozulmuÅŸ bir cemiyet ve o cemiyette Yunanlılar ve Romalılar kadar irâde ve fazilletten mahrum milletler görülmüş deÄŸildir.”2

Avrupa’da halk, aristokratların, şövalyelerin, kilise adamlarının zâlim elinde, kralların, barbarların ÅŸefkatsiz pençeleri arasında ruhsuz bir eÅŸyadan, dilsiz bir hayvandan farksızdı. ÃŽstenildiÄŸi zaman alınır, arzu edildiÄŸi zaman da satılırlardı. ÃŽtiraza hiç bir hakları yoktu. Satılanlar köle durumuna girerdi. Köle olmasa bile, efendisinin dizi dibinden ayrılma güç ve kuvvetinin sahibi bulunmayan birer hizmetçi olurlardı. Hiç kimse efendisini beÄŸenmemek hakkına sahip olmadığı gibi, efendisini seçmek yetkisine de mâlik deÄŸildi. Sadece ÅŸu vardı; bazı barbar memleketlerde hizmetçi ilk efendisine muayyen bir kurtuluÅŸ akçesi vermek suretiyle bir baÅŸka kapıya kendisini atabiliyordu. Bu onlar için haliyle büyük bir lütuftu.

Hülâsa, Arabistan Yarımadasının dışındaki diğer bütün devletlerde de, insanlar birbirlerine kinle, nefretle, vahşetle bakan sınıflara ayrılmışlardı.

Bu periÅŸan durumda bulunan dünyanın, insanın yeryüzünde Allah’ın en kıymetli mahluku olduÄŸunu, insanların tek babadan geldiklerini ve dolayısıyla bir tarağın diÅŸleri gibi hepsinin belli haklara aynı nisbette sahip olma hürriyetini doÄŸuÅŸtan beraberinde getirdiÄŸini ilân edecek, insanlar arasındaki kin, nefret ve düşmanlığı sevgiye, saygıya ve dostluÄŸa döndürecek büyük bir peygambere ihtiyacı vardı. Hal diliyle âdeta bu büyük peygamberin bir an evvel gelmesi için yalvarıyor, yakarıyordu.

C) Bütün bu devletlerde kölelik bir müessese olarak mevcuttu.

Însan, mükerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak gerçek bir îmân sayesinde mümkündür.

Gönülleri bu îmânın şerefinden mahrum bulunan o devrin insanları elbette, insana hürmetin, insanın yeryüzünde en mükerrem varlık olduğunun şuurundan uzak bulunacaklardı ve hemcinslerini para ile alıp satabilecek kadar vahşîleşeceklerdi.

Köle diye adlandırılan zavallı insanlar, pazarlarda basit bir mal alıp satmak gibi, açık artırma ile satılıyordu. Efendi, kölesine her türlü hakareti, zulmü yapma ve her türlü işte çalıştırma yetkisine eksiksiz sahipti.

Bu derin vahşete ve kadirbilmezliğe son verecek birine insanlık âleminin şiddetle ihtiyacı vardı. Bir güneş gibi şefkat ışığını hiç kimseden esirgemeyecek bir rehbere insanlık muhtaçtı.

D) Mezhep kavgaları sürüp gitmekteydi.

Hıristiyan devletlerde, Hz. ÃŽsâ’nın tebliÄŸ ve telkin ettiÄŸi “Tevhid” akidesi, yerini batıl “Teslis” inancına bırakmıştı. Papazlar, Hz. ÃŽsâ’nın tebliÄŸ ve telkin ettiÄŸi din yerine, ap ayrı bir din meydana getirmiÅŸlerdi.

DiÄŸer devletlerde de olmakla birlikte, hususan DoÄŸu Roma ÃŽmparatorluÄŸunda din adına akıl almaz zulüm ve iÅŸkencelere baÅŸvuruluyordu. Misal olsun diye tarihçiler, Patrisiyen Fokas’ın Hıristiyanlığa zorla döndürülmekten kurtulmak için kendisini zehirlemiÅŸ olduÄŸu hadisesini ibret nazarlarına sunarlar.1

ÃŽran’da hâkim olan Mazdeizm dininden dönenler veya bu dine ihânet edenler ölüm cezasına merhametsizce çarptırılıyorlardı. Göz çıkarma, çarmıha germe, taÅŸa gömme, aç susuz bırakarak ölüme terk etme, alışıla gelmiÅŸ ölüm ÅŸekilleri arasında yer alıyordu.

Konfiçyüs ile Çin, medeniyette ilerlemişken, Saâdet Güneşinin parlaması arefesinde en karışık günlerini yaşıyor, yıkılma ile karşı karşıya bulunuyordu. Kardeş kavgaları dönmek bilmez bir hal almıştı. Mezhep ayrılıkları yüzünden halk birbiriyle boğaz boğaza kavga halindeydi.

Habeşistan, Îslâmın zuhuru sırasında, kardeş kavgalarıyla için için kaynıyordu...

E) Bütün bu devletlerde ahlâksızlık kol gezmekteydi.

Allah’a îmânın verdiÄŸi hayâ ve korkudan mahrum, faziletten nasipsiz insanlık, her türlü ahlâk dışı davranışlarda, haysiyet ve namusları ayaklar altına alıcı adî hareketlerde serbestçe bulunuyordu.

Kumar, içki, zevk ve sefâ âlemleri günlük işler arasında yer alıyordu. Ardı arkası kesilmeyen öldürme, zinâ, gasb ve baskın olayları insanlık denilen kudsî ve ulvi mânâyı âdeta yeryüzünden silip süpürmüştü.

ÃŽÅŸte birtek misali:

Bizans Împaratorluğunda ahlâk öylesine silinmiş, öylesine ölü bir unsur haline gelmişti ki, bizzat Kontantiniyye Patriği, Împaratorun kendi özyeğeni ile evlenmesinde nikâhını kıyıyordu.1

Kadın, alınıp satılan basit bir meta’dan öteye geçmiyordu.

Evet, milattan sonra altıncı asır sonları, yedinci asrın başları işte böylesine bir vahşet, inkâr, şirk, cehâlet ve zulüm asrı durumundaydı. Her türlü anarşi, inançsızlık, sapık inaç çeşitleri, sefahetin her türlüsü en yoğun bir tarzda bu asırda hükmünü icra ediyordu.

Însanların yaratılışından bu yana dünya belki böylesine bir sapıklığa, ahlâksızlığa, vahşete, dehşete şahit ve sahne olmamıştı.

Manevi rehberden mahrum insanlık, avare su gibi taştan taşa başını vuruyor, her vuruşta kalb, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir şeyler kaybediyordu. Çaldığı bütün beşerî kapılar, derdine çare olamıyacaklarını söylüyor ve yüzüne kapatılıyordu.

Gerçek yaratıcı yüce Allah’ı bilmemiÅŸ, tanımamış ve Onun peygamberleri vasıtasıyla çizdiÄŸi aslî gayeyi bulamamış yeryüzü insanları, âdeta birer canavar hüviyetine bürünmüşlerdi. Her an baÅŸkasını yutmaya hazır canavarlar misali, yeryüzünü saldırganlıkları, zalimlikleri, vurup öldürmeleriyle kana bulamışlar, her tarafta anarÅŸi ve huzursuzluk rüzgârını estiriyorlardı.

Însanlık yetim kalmıştı. Kâinat yaslıydı. Yeryüzü bir matem meydanını andırıyordu. Herkes birbirine düşman, herşey mânâsız, ruhsuz, gayesiz telakki ediliyordu. Gerçek rehberinden yoksun insanlığın vâveylâları arşı çınlatıyor, kâinat zerresiyle, güneşiyle insanlığın bu acı haline adeta ağlıyordu.

Hülâsa; bütün dünyayı kesif bir şirk, cehil, küfür, zulüm ve ahlâksızlık bulutu kaplamış bulunuyordu.

Bunun gözler, ruhlar, vicdanlar kamaştıran tap taze bir mânevî güneşin eşsiz ışıklarıyla bir kere daha yırtılması, dünyanın bir kere daha aydınlığa kavuşması gerekiyordu.

O Saâdet GüneÅŸi bütün haÅŸmetiyle insanlık ufkunda doÄŸmalıydı ki, insanlığın yüzü gülsün. Kâinat zerresiyle, güneÅŸiyle, dağıyla, taşıyla, insanıyla, hayvanıyla mânâsız, abes ve gayesiz telakki edilmekten kurtulsun. Her ÅŸeyin yazılmış ve ibret nazarlarına arz edilmiÅŸ Allah’ın birer mektubu olduÄŸu bilinsin, idrâk edilsin. ÃŽnançsızlığın yerini tertemiz îmân, zulmün yerini adelet, huzursuzluÄŸun yerini huzur, cehâletin yerini ilim, ıztırabın yerini saâdet alsın. ÃŽnanan herkes dost ve kardeÅŸ olsun. Kâinatın hiddeti sevince dönsün. Yıldızlar gülsün, zerreler cezbeye tutulmuÅŸ mevlevî gibi raksa gelsin. GüneÅŸle ay, yerle gök aÅŸk ve ÅŸevk içinde memuriyetlerine devam etsin.

Însan da, yaratılışının, yokluk karanlıklarından varlık âlemine misafir edilmiş olmanın asıl hikmet ve gayesinin Cenâb-ı Hakkı tanımak ve Ona îmân edip, ibadet etmek olduğunu bilsin. Böylece hakiki huzur ve gerçek saâdete kavuşmuş olsun.

* * *



Arabistan'ın Durumu

Dünya haritası üzerinde siyasî, coÄŸrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer iÅŸgal eden Arabistan’ın da, diÄŸer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da—lisan ve edebiyat istisna edilirse—her ÅŸey çığırından çıkmış, bütün müesseseler bozulmuÅŸtu.



Dinî durum

Înanç yönünden Arabistan, kelimenin tam mânâsıyla anarşi içinde kıvranıyordu. Garip itikatlar burada da kol geziyordu.

Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından baÅŸka hiç bir ÅŸeyi kabul etmiyorlar, “Bizim için dünya hayatından baÅŸka bir hayat yoktur yaÅŸarız ve ölürüz. Bizi öldüren zamandan baÅŸka birÅŸey deÄŸildir”1 diyerek, güyâ keyiflerince hayat sürüyorlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye baÅŸlayınca, Kur’ân-ı Keriminde Cenâb-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:

“De ki: Size hayat veren Allah’tır. Sonra O sizi öldürür, sonra da geleceÄŸinde şüphe olmayan kıyâmet gününde hepinizi toplar. Lâkin insanların çoÄŸu bunu bilmez.”2

Yine o zaman Arapların bir kısmı Allah’a ve âhiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.

Kur’ân, ÅŸu âyetiyle bu inaç sahiplerinin hallerini anlatıyor:

“Kendilerine hidâyet geldiÄŸi zaman insanları îmân etmekten alıkoyan, ‘Allah, göndere göndere bir beÅŸeri mi peygamber olarak gönderdi?’ demelerinden baÅŸka birÅŸey olmamıştır.”1

Peygamberin insan nev’inden gelmiÅŸ olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleÄŸin bu vazife ile gönderilimesini arzu eden bu gürüha, yine Kur’ân ÅŸu âyetiyle cevap vererek isteklerinin ne kadar mantıksız olduÄŸunu ilân ediyordu:

“De ki: EÄŸer yeryüzünün sâkinleri olarak orada melekler dolaÅŸsaydı, elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik.”2

DiÄŸer bir kısmı ise, Allah’ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak, âhiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeÄŸini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.

Kur’ân-ı Kerim, bu gruba da ÅŸu âyetiyle işâret ediyor:

“Kendi yaratılışını unutup, Bize misal getirmeye kalktı: ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diye.”3

Ve bu haddini bilmezlere şöyle cevap veriyordu:

“De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa, tekrar o diriltecek. O herÅŸeyin yaratılışını hakkıyla bilendir.”4

Bir kısmı ise puta tapıyordu. Bunlar çoğunluğu teşkil etmekteydi. Hem taştan, tahtadan, hattâ zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:

“Bizi Allah’a daha çok yaklaÅŸtırsınlar diye onlara tapıyoruz...”5

Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan meded ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk Tevhid evi Beytullahı, bu inançlarının eseri olarak, 360 adet putla doldurmuşlardı.

Îslâm şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz. Ömer (r.a.), Cahiliyye Devrinde putlara tapma hususunda başından geçmiş bir hâdiseyi şöyle anlatır:

“Cahiliyye Devrinde yaptığımız iki iÅŸ vardı ki, onları hatırladıkça birine aÄŸlar, diÄŸerine ise gülerim. Beni aÄŸlatan hâdise ÅŸu idi:

“Kız evlatlarımızı diri diri topraÄŸa gömerdik. O masum ve ÅŸefkata muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl reva görürdük, bilmem. Bunu hatırladıkça kalbim parçalanır ve aÄŸlamaktan kendimi alamam.

“Beni güldüren hadiseye gelince: Cahiliyye Devrinde evlerimizde putlar vardı. Bir yolculuÄŸa çıktığımız zaman, o putların bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiÄŸimiz, taptığımız helvadan putumuzu alır yerdik. Bundan daha gülünç bir hadise var mı?

“Bunu hatırladıkça da Cahiliyye zamanında ne kadar akıl dışı iÅŸler yaptığımızı anlar ve gülerim.”

Bütün bunlar yanında, Arabistan’da Hz. ÃŽbrahim’in Tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine raÄŸmen silinmeyen bu dini izlerle amel edenlere, Hz. ÃŽbrahim’e nisbetle “Hanifler” denilirdi. Zira, Kur’ân-ı Kerim’de “Hanif” tabiri Hz. ÃŽbrahim için kullanılır: “ÃŽbrahim (a.s.) ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. O, Hanif Müslüman idi.”1

Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret besler ve Allah’ın varlık ve birliÄŸine inanırlardı. Nitekim putlardan birinin ÅŸerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. CahÅŸ, Osman b. Hüveyris, Zeyd bin Amr adındaki ÅŸahıslar, haddi zatında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum bir takım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilan etmiÅŸlerdi.1

Yine akıl ve fikirlerini çalıştırarak bir takım cansız putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu batıl îtikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arabın meÅŸhur ÅŸairlerinden Ümeyye bin Ebi Salt, bunlardan biri idi. Bu zat, Cahiliyye Devrinde mukaddes kitapları okumuÅŸ, putperestliÄŸi terk ederek Hz. ÃŽbrahim’in dinine girmiÅŸti.

“Bismike Allahümme” tabirini ilk defa bu ÅŸair bulmuÅŸtu. Sonra bu tabir Arapların hoÅŸuna gitmiÅŸ ve kitaplarının evveline de yazmaya baÅŸlamışlardır.

Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvvetin kati bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binaendir ki, Efendimize risalet vazifesi verilince, hased ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesinde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.2

Hicretin ikinci senesinde îmân etmeden ölen Ümeyye hakkında Hazret-i Resul-ü Ekremden birkaç hadis de rivâyet olunmuştur.

Efendimiz birgün terkisinde Åžerid bin Süveyd ile gidiyordu. Sahabîye, “Ümeyye’nin ÅŸiirlerinden birÅŸey biliyor musun?” diye sordu.

“Evet, biliyorum,” cevabında bulunan sahabî, arkasından da Ümeyye’nin ÅŸiirinden beyitler okudu. Okunanları çok beÄŸenen Efendimiz, Åžerid’den (r.a.) biraz daha okumasını istedi. Sahabî kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem şöyle buyurdular:

“Ümeyye Müslüman olmaya yaklaÅŸmıştır.”1

Bir diÄŸer rivayete göre ise, “Ümeyye’nin ÅŸiiri îmân etmiÅŸ, fakat kendisi dalalette kalmıştır”2 buyurdular.

Bu meyanda adından bahsedeceÄŸimiz bir baÅŸkası da şüphesiz meÅŸhur Arap hatiplerinden Kuss bin Saide’dir. Efendimizin peygamberliÄŸinden haber veren bu zatın hutbesinden ilerde bahsedeceÄŸiz.



Putlar

Mekke’ye ilk defa put getirmenin de bir hikayesi var:

Amr bin Luhay şehire ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.3

Amr, Åžam’a gittiÄŸi bir sırada, Maab denilen yere de uÄŸrar ve burada Hz. Nuh’un sülalesinden bir kabilenin putlara taptığını görür. Bunların ne iÅŸe yaradığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da: “Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz, yaÄŸmur isteriz, yaÄŸmura kavuÅŸuruz” cevabını alır.

Bunun üzerine Amr, Mekke’ye götürmek için bir put ister. ÃŽsteÄŸini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.4

Amr, Hübel’i Mekke’ye getirir ve diker. Halkı bu puta tapmaya teÅŸvik eder. Cahil halk bu teÅŸvike kapılarak Hübel’e tapmaya baÅŸlar.

ÃŽÅŸte Mekke’ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikayesi böylece baÅŸlamış oldu.

Her kabilenin ayrı putu vardı

Bundan sonra putperestlik Mekke’de yayılmaya baÅŸladı. Her kabilenin de kendisine ait putları vardı.

KureyÅŸ, en büyük put olarak Uzza’yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.

Evs ve Hazreç kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabile Menat’tan baÅŸka, Lat ve Uzza putlarına da tapmaya baÅŸlamışlardı.

Kelb kabilesinin putu Ved idi ve Dumetü’l-Cendel denilen mevkide bulunuyordu.

Huzeyl kabilesi, Suva’ putuna tapardı. Bu put Gatafan mevkiinde idi.

Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu Yauk putuna ta’zim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.

Tayy ve Mezhiç kabilelerinin putu Yağus idi. Himyerilerinki ise Nesr.

BekroÄŸulları ve Kinane kabilelerinin putu ise, Sa’d idi.1

Îşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer taleb ederlerdi. Îtikadlarınca cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.

Halbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki, cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir ne de fayda... Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır ne de kuvvet...

Ne var ki, o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlardı.

Îşte, Allah Resûlü Hazret-i Muhammed (a.s.m.), inanç yönünden böylesine cehalet ve dalalet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidayet nuru ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.



Ahlakî durum

Cahiliyye Devrinde Arabistan ahlakî cihetten de tam bir sefalet içinde idi. Cemiyete hakim olan, süfli arzu ve emellerdi... Îçki, kumar, zina, yalan, hırsızlık, zulüm, hülasa ahlaksızlık namına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.

Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zaif ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. Însana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmiyordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çıkarılıyorlardı.

Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır adi bir mal telakki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhÅŸa teÅŸvik edilerek, hatta zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur’ân, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bahsediyor ve onları insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin adetten nehyediyordu:

“Evlenmeye imkân bulamayanlar da, Allah onları lûtfuyla zenginleÅŸtirinceye kadar iffetlerini korusunlar. Kölelerinizden bir bedel karşılığında hürriyetlerine kavuÅŸmak isteyenlerle, eÄŸer onlarda bir hayır görüyorsanız, anlaÅŸma yapın. Allah’ın size ihsan ettiÄŸi maldan onlara da verin. ÃŽffetli kalmak isteyen câriyelerinizi de, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek fuhÅŸa zorlamayın. Kim onları fuhÅŸa zorlarsa vebâli kendisinedir; zorlananlar için ise, muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”1

Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilan ediyordu.

Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula miras olarak intikal ediyordu.



Kız çocuğunu diri diri gömme âdeti

Çöl araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felaket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple doğan çocuk kız olunca, bazen kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı. Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayali bazı gerekçeleri gösteriyorlardı.

Diyorlardı ki: “Bunlar bir gün gelip ÅŸerefimizi lekeleyecekler veya sefalete düşeceklerdir. Ayrıca maiÅŸet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rızıklarını temin edemeyeceÄŸiz.”

Bâzan da anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri topraklarla örtülürdü.

Babalar öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha önce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üzerine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.

Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirir, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak cemiyetten tecrid etme yoluna giderlerdi.

Kur’ân-ı Kerim, çöl Araplarının bu çirkin ve vahÅŸet saçan adetlerini ÅŸu ayetiyle bize haber verir:

“Halbuki, onlardan biri kız çocukla müjdelendiÄŸi zaman, öfkeden yüzü sim siyah kesiliverir.

“MüjdelendiÄŸi ÅŸeyin utancıyla kavminden gizlenir. Onu saÄŸ bırakıp zilletine mi katlansın, yoksa topraÄŸa mı gömsün? Bakın, ne kötü birÅŸeydir o hükmettikleri!”1

Cahiliyye zamanında bu çirkin adete tevessül etmiş biri, bilahere Îslamiyetle müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resulüllaha bu durumunu şöyle anlatmıştı:

“Ya Resulallah, biz, Cahiliyye Devrini de yaÅŸamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi.

“Birgün yine onu çağırmıştım. KoÅŸarak geldi, arkama düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atıverdim. Onun, bana son sözleri ÅŸu oldu:

“Babacığım! Babacığım!”

Kainatın Efendisi tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki, mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:

“Şüphesiz Allah yeniden yapmadıkça cahiliyye icabı olarak yaptıklarınızı orada bırakır, ÃŽslamiyet devrine geçirmez.”2

Îşte, o zamanlar, şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalb ve vicdanlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zaten, Kainat Sultanına gerçek îmânın bulunmadığı bir kalbde, Sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şefkat, merhamet ve faziletin yeri olamaz ki!



Siyasî nizam

Cahiliyye Devrinde Arabistan, siyasi bir nizam ve içtimai bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabilelere bölünmüşlerdi. Kabile, içtiami düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur. Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme halinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, adeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabileye baskınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.

Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabile de aynıyla yapmaya uğraşırdı.

Harb, baskın, çarpışma ruh ve hayatlarına öylesine iÅŸlemiÅŸti ki, baÅŸka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı. Åžair Kutami bu hususu, “KardeÅŸlerimizden olan Bekr’lerden baÅŸkasını bulamazsak, onlara saldırırız” beyitiyle anlatmak ister.1

Öteden beri kabileler ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Merkezi bir hükümet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple Yarımada, medeni ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip gidiyordu. Îsteyen istediğini gücü yettiği takdirde yapabiliyordu. Güçlü ve itibarlının yaptıkları daima yanına kar kalırdı.2



Edebî durum

Bütün bunlar yanında, inkarı mümkün olmayan bir gerçektir ki, Îslamiyetin zuhuru sırasında Araplar; edebiyat, belagat ve fesahat konularında tekamülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle boy ölçüşecek yeryüzünde hiç bir millet mevcut değildi.

Şair ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, adet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.

Cemiyette şairler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinden güçlü bir kahraman yerine, bir şairin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegane gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabilecek olan ancak şairdi. Yılandan korkar gibi, şairlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.

Şairler, onlarca birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki, bir şairin, bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine bir şairin bir tek sözü ile de yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.

Eski zamanda ÅŸiire; “Arab’ın Defteri” deniliyordu. Zira, Arabın ahlak ve adetleri, diyanet ve akideleri ancak ÅŸiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.

Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden bir çok unsurlar vardı. Güçlü bir şair, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.

Yine muayyen zamanlarda kurulan panayırlar şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyordu. Kurulan bu panayırlar bir nevi edebiyat şöleni idi. Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakalır düzenlenirdi. Çeşitli yerlerden gelen şairler ve hatipler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı. Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi.

Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kabe duvarına asılırdı.

Taif’le Nahle arasında bulunan Suk-ı Ukaz, panayırların en büyüğü idi. ÇoÄŸunlukla ÅŸiir yarışmaları burada tertip edilirdi...

Panayırlar aynı zamanda bir çeÅŸit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün kabilelerin bir araya geldiÄŸi ticari, içtimai ve siyasi faaliyet sahalarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar 20 gün devam ederdi. Esirini fidye ile kurtarmak davasını halletmek, düşmanını bulmak, ÅŸiir okumak, konuÅŸma yapmak isteyen herkes bu panayırlara koÅŸardı. “Åžiire bu derce önem verilmiÅŸ olması, dilin en ince ÅŸekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır.” Böylece, ÃŽslamın zuhuru sırasında Arabistan’da edebiyat, fesahat ve belâğat zirveye ulaÅŸmıştı. Adeta görünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın insan üstü üslubuna hazırlıyordu.

Arapların bu mümtaz hususiyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki, Kur’ân-ı Azimüşşan, edebiyat, belegat ve fesahatın zirvesinde nazil oluyordu. Bu fesahat ve belâgatı, i’caz (mucizeliÄŸi) ve îcazıyla (vecizliÄŸi) Arap edip, ÅŸair ve hatiplerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eÅŸsiz kelama benzer getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.

Kur’ân’ın üslubu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliÄŸ idi ki, bu iÅŸi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı. Birgün bedevi Arap ediplerinden biri, “Artık emrolunduÄŸun ÅŸeyi açıkla ve müşriklerden de yüz çevir,”1 âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.

Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar:

“Sen de mi Müslüman oldun?”

“Hayır,” diye cevap verdi, bedevi edip. “Ben sadece bu ayetin belâgatına secde ettim.”2

ÃŽmr’ül-Kays, Muallaka ÅŸairlerinden biriydi. Birgün kız kardeÅŸi, “Ve denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.’ Su çekildi, iÅŸ bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zâlimler gürûhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi”1 âyetini iÅŸitince, doÄŸruca Kâbe’ye vardı ve “Artık kimsenin söyleyecek birÅŸeyi kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeÅŸimin ÅŸiiri de duramaz” diyerek kardeÅŸinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meÅŸhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diÄŸer Muallakat da birer birer indirildi.2

Cahiliyye Devrinin en meÅŸhur ve en eski ÅŸiir örnekleri şüphesiz “Muallakat-ı Seb’a” (Yedi askı) ÅŸiirleridir. Bu ÅŸiirler, dilden dile dolaÅŸmış, asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu ÅŸiirler, Hammadü’r-Raviye tarafından toplanmıştır.

Şiirleri Kabe duvarına asılan şairler şunlardır:

ÃŽmrü’l-Kays, Tarafa, Lebid, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antara (veya NabiÄŸa), Haris bin Hiliza (veya A’ÅŸa).3

ÃŽÅŸte, Efendiler Efendisi Hazret-i Muhammed’e, peygamberlik vazifesi verileceÄŸi sırada Arabistan’ın dinî, ahlakî, siyasî, içtimaî ve edebi manzarası böyleydi...

Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zata elbette ihtiyaç vardı. O zat da ezeli Kaderin hükmüyle tesbit edilmişti: Hazret-i Muhammed (a.s.m.).

O, beraberinde getirdiÄŸi Nur ile dünyanın maddi, manevi ÅŸeklini deÄŸiÅŸtirecekti... ÃŽnsanların yüzlerini dünyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Baki’ye çevirecek ve bununla insanı maddi, manevi saadate erdirecekti.

Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanların başı boş olmadığını, kainatta atomdan güneş sistemlerine, yıldızlardan galaksilere kadar her şeyin kudsi bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kainatın umum heyetiyle ulvi bir maksada hizmet ettiğini bildirip, ilan edecek olan zâttı.

Bu zât, ahlaksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlakı ders vererek kurtaracak zâttı.

Bu zât, kainat niçin var edilmiş? Însanlar nereden gelmişti? Niçin gelmiş ve nereye gidecekler, gibi suallere en güzel cevapları verecek zâttı.

Bu zât, insanın sahibi Allah’ın, insanlardan neleri istediÄŸini, razı olduÄŸu ve olmadığı ÅŸeylerin neler olduÄŸunu gayet açık bir ÅŸekilde beyan edecek zâttı.

Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete deÄŸil, bütün insanlığa Allah’tan aldığı emirleri bildirecek, ilan edecekti.

Îşte, bütün dünya gibi, Arabistan yarımadası da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bekliyordu.

* * *

Kuss bin Sâide, Efendimizin Peygamberliğini Haber Veriyor

Kainatın Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden birkaç yıl önceydi.

Arabın Cahiliyye Devrinde iki meÅŸhur panayırından biri olan Hicaz’daki “Suk-ı Ukaz”, renk renk yüzlerce insanla dolup taÅŸmıştı. Îçlerinde pek çok Arap beliÄŸleri de vardı. Bu sırada kızıl tüylü bir deve üstünde yüz yaşını aÅŸmış bir pir-i fani peydahlandı. Gözleri çukura kaçmış, yaÅŸlılıktan iki büklüm olmuÅŸ, fakat ruhu aydınlık bu süvari, ÃŽyad kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide idi. Cenab-ı Hakkın varlık ve birliÄŸine, haÅŸir ve neÅŸre inanan Kuss, Arapların ÅŸairi, hatibi ve hakimi idi. Fesahatı ile dillere destan olmuÅŸ bu zat, dikkat kesilmiÅŸ ve derin sükuta dalmış yüzlerce insana beligane şöyle hitap ediyordu:

“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! ÃŽbret alınız! YaÅŸayan ölür, ölen fena bulur. Olacak neyse olur.

“YaÄŸmur yaÄŸar, otlar biter; çocuklar doÄŸar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken hepsi ölüp gider. Hâdiselerin ardı arası kesilmez.Hepsi birbirini kovalar.

“Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak ÅŸeyler var. Yeryüzü bir büyük divan, gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoÅŸnud olup da mı kalıyorlar? Yoksa orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar?

“Yemin ederim, yemin ederim ki, Allah’ın indinde bir din vardır ki, ÅŸimdi içinde bulunduÄŸunuz dinden daha sevgilidir. Ve Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi.

“Ey ÃŽnsanlar! Hani ya babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop? Hani o süslü saraylar ve mermer binâlar yükselten Ad ve Semûd kavimleri? Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, ‘Ben sizin en büyük rabbiniz deÄŸil miyim?’ diyen Firavun’la Nemrud?

“Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok daha üstün idiler. Ne oldular? Bu yer onları, deÄŸirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı.Yerlerini, yurtlarını ÅŸimdi köpekler ÅŸenlendiriyor? Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin! Onların yolundan gitmeyin!

“HerÅŸey fânidir. Baki olan ancak Allah’dır. Ki O, birdir, ÅŸerîki ve nazîri yoktur. ÃŽbadet edilecek ancak Odur, doÄŸmamış ve doÄŸurmamıştır.

“Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak ÅŸey çoktur. Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama, çıkacak yeri yoktur. Büyük, küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kat’i bildim ki, herkese olan, size ve bana da olacaktır.”1

Gariptir ki, bu muazzam hitabesini verip, Hâtemü’l-Enbiyânın pek yakında geleceÄŸini haber veren Kuss bin Sâide, o anda kendisini dikkatle dinleyenler arasında geleceÄŸinden söz ettiÄŸi zâtın bulunduÄŸundan habersiz idi.

Cahiliyye Devrinde Cenâb-ı Hakkın kalblerine hidâyet ihsan ettiÄŸi bahtiyarlardan biri olan Kuss bin Sâide’nin bu hitabesinden az zaman sonra Kâinatın Efendisine nübüvvet ve risâlet geldi. Fakat, Kuss, bu sırada hayata gözlerini yummuÅŸtu. Haliyle, pek yakında geleceÄŸini müjdelediÄŸi Efendimizle görüşmek kendisine nasip olmadı.

Aradan yıllar geçti. Benî ÃŽyad’ın müvahhid ve Hz. ÃŽsâ’nın dinine mensup bulunan büyüğü Carud bin Alâ adındaki zât, kavminin ileri gelenleriyle birlikte vasıflarını öğrenmek üzere Resûlullah Efendimizin huzuruna vardı. Peygamber Efendimize ne ile gönderildiÄŸini sorup öğrendikten sonra, “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, senin vasfını ÃŽncil’de buldum. Seni, Meryem’in oÄŸlu müjdeledi. Sana devamlı selâm olsun ve seni gönderen Allah’a da hamdolsun. Elini uzat. Ben ÅŸehâdet ederim ki, Allah’tan baÅŸka ilâh yoktur ve sen Allah’ın Resûlüsün” diyerek Müslüman oldu. Onu takiben de diÄŸer arkadaÅŸları ÃŽslâmiyete girdiler.1

Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Fahr-i Kâinat Efendimiz sordu:

“Îçinizde Kuss bin Saide’yi bilen var mı?”

Carud, “Elbette yâ Resûlallah,” dedi, “hepimiz onu biliriz. Hususan ben, hep onun yolunda gidenlerdenim.”

Bunun üzerine Resûl-i Zişân Efendimiz şöyle buyurdular:

“Kuss bin Sâide’nin bir zamanlar “Suk-u Ukaz” da bir deve üzerinde, ‘YaÅŸayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak neyse olur’ diye okuduÄŸu hutbesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemiÅŸti. Zannetmem ki, hepsi hatırımda kalmış olsun.”

Mecliste hazır bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) atılarak, “Yâ Resûlallah,” dedi, “ben de o gün Sûk-u Ukaz’da hazırdım. Kuss bin Sâide’nin söylediÄŸi sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım.”

Sonra da mezkur hutbeyi başından sonuna kadar huzur-u Risâlette okudu.

Bunun üzerine heyetten de bir kiÅŸi ayaÄŸa kalktı ve Kuss’un ÅŸiirlerinden bir kaçını daha okudu. Bu ÅŸiirlerinde de o, Harem-i Åžerif’te HâşimoÄŸullarından Muhammed’in (a.s.m.) peygamber gönderileceÄŸini açıkça zikir ve beyan etmiÅŸti.

Bütün bunlardan sonra Resûlullah Efendimiz de, Cahiliyye Devrinde hidâyet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:

“Ümit ederim ki, Cenâb-ı Hak, Kıyâmet gününde Kuss bin Sâide’yi ayrı bir ümmet olarak haÅŸreder.”1

Share on Facebook! Share on Twitter! StumbleUpon

Makaleler « Mekke Hayatı »

» Peygamber Efendimizin Medine'ye Hicreti » ÃŽsrâ ve Mi'raç Mu'cizesi » Åžakk-ı Kamer Mu'cizesi
» ALENÃŽ DÂVET » Kâinatın Efendisine Peygamberlik Vazifesinin Verilmesi » ÃŽlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları ÃŽÅŸkenceler
» Peygamber Efendimizin On ÃŽki Yaşından Otuz Yaşına Kadar Olan Hayatı » Efendimize Peygamberlik Verilmeden Önce Dünyanın ve ÃŽnsanlığın Durumu » Peygamber Efendimizin Dünyaya GeliÅŸine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler
» Peygamber Efendimizin Dünyaya GeliÅŸi ve ÇocukluÄŸu